12 Ağustos 2008 Salı

BOŞLUK DOLDURMACA

İngilizce dersini pek sevmezdim, yalan yok. Zorunlu olarak okutulduğu için mi (zorla yaptırılan hiçbir şeyden hazzedilmez ne de olsa), sanki türkçesini bir çırpıda çözüvermişim gibi matematikle fen dersinin de İngilizce olarak okutulmasından mı, kendi dilime daha doğru dürüst hakim değilken neredeyse Türkçe dersi kadar, hatta daha bile fazla, İngilizce dersinin olmasından mı bilmiyorum, belki de hepsinden bir parça vardı bu sev(e)memenin içeriğinde. Hele “fiil in the blanks” denen boşluk doldurma olayı vardı ki, hani yazılıların vazgeçilmez ve de en fazla puan getiren bölümlerinden biriydi ve hatta İngilizce seviyen bir süre sonra bu boşlukları ne kadar doğru kelimeyle ve ne hızda doldurduğunla ölçülüyor olurdu, işte kendimi o nokta nokta ile gösterilen boşlukları doldururken hep, tam tersi eksiliyormuş gibi hissederdim. Sahi neden ben, bana ait olmayan, benden çıkmayan, anlamını bile çoğu zaman tam olarak kavrayamadığım bir kelimeler topluluğunda “tamamlayan” olmak zorundaydım ki...

Bugünlerde sık sık o zamanlara geri dönmüş gibi hissediyorum kendimi. İşyerinde, evde, arkadaşlarımın arasında, yaşamaya çalıştığım bu hayatın içinde, yaşamayı düşlediğim diğer hayatın peşinde “fiil in the blanks”lerin o nokta nokta kısımlarına, ama doğru ama yanlış yazılmış kelimeler gibiyim. Kimi zaman gizli bile ol(a)mayan bir özne, bazen zamanı belirsiz bir yüklem ya da bir anda kimi neye bağladığı meçhul bir bağlaç oluveriyorum ve hep birilerini, bir şeyleri, bir yerleri, eksik kalan cümleleri, yarım bırakılan işleri tamamlayıp, hep birinin, bir şeyin, bir yerin, bir cümlenin, bir işin doğrusunu sağlamaya çalışıyorum.

Kendi hayatımı yaşamaktan ziyade, başka hayatların telafisi gibiyim. Sanki hayat denen yap-boz oyununda eksik olan tek parça benim elimdeymiş gibi, sürekli başka yaşamları tamamlamam, açıklarını kapatmam, eksiklerini gidermem, söylenmeyenleri söylemem bekleniyor benden. Kafamdaki her bir düşüncenin, yapacağım her bir hareketin, ağzımdan çıkacak herhangi bir kelimenin bile, sanki benimle hiçbir ilgisi yokmuşcasına, bana ait değilmişcesine, dolduracağı, ekleneceği, tamamlayacağı bir başka yer çoktan hazırmış da o düşünce sadece beynimde doğmayı, o hareket organlarımca tanımlanmayı ve o kelime sadece ağzımdan çıkmayı bekliyor.

Oysa ben daha kendi hayatımı tanıyamadan, zaman o telaşlı elleriyle kendimle arama her gün aşılması biraz daha zorlaşan bir set koyuyor. Ve ben birilerini, bir şeyleri, bir yerleri tamamlamaya çalışırken, gitgide kendimden uzaklaşıyorum. Yavaş yavaş eksildiğimi hissediyorum, kendimden parçalar kaybediyorum her seferinde, içimdeki boşluk gitgide büyüyor. Kendi hayatıma geç kalıyorum göz göre göre ve zaman ellerimden kayıp gidiyor.

Ne yapmam gerek bilmiyorum. Aslında bilmediğim o kadar çok şey var ki. Oysa hatırlıyorum da, tam olarak bilmesem de, sevmesem ve kendimi hep eksilmiş hissetsem de, okul zamanlarında “fiil in the blanks”lerden hep geçer not alırdım. Geçen onca zamana rağmen elimde kalanlarla tekrar niyetlensem, kendi hayatıma sahip çıkmayı denesem tekrar, içimde ne var ne yok şöyle bir silkelensem...

Hayat da bir okul derler ya hani, sevmesem bile İngilizceyi, kırık notlarıma inat, sahi benim içimdeki boşlukları da doldurur mu şimdi...

2 yorum:

siminya dedi ki...

Beklentili insanların ne beklediğini hissetmek kadar insanı telaşa sürükleyen, paniğe düşüren başka bir duygu yoktur, bir nevi düşünceleri okumak gibidir bu hal.Sorumluluğun kelimelere kadar indirgendiği cidden çok kasıntı bir yaşama sürüklenmişsin beenmaya, sabır diliyorum

beenmaya dedi ki...

kaçtık gittik tatile, döndük geri ne değişti hiçbir şey...aslında biraz da vurdumduymaz olmak lazım galiba pek çokları gibi...