29 Kasım 2008 Cumartesi

BURASI NERESİ?

Ne kadar çok seviyoruz hemen her konuda ahkam kesmeyi. Ne çabuk “uzman” kesiliverip, kendi “uzman” görüşümüzle iki satır yazıdan kimin nasıl bir insan olduğunu tahlil edebiliyoruz bir çırpıda. Ve bununla yetinmiyoruz, vardığımız kişilik tahlillerine göre, karşımızdaki insanlar adına nelerden anlayıp hangi konular hakkında fikir yürütebileceklerine dair kararlar verebiliyoruz. Yazacakları, yazmaları gereken konuları gösterip, onları yönlendirme hakkını görebiliyoruz kendimizde. Tüm bunları yaparkenki çıkış noktamız ise koskoca yaşamların, paylaşılmak adına bizlere sunulan, gözlerimize yansıtılan ufacık bir bölümü sadece…

Durup şöyle bir düşünmemiz gerek diye düşünüyorum aslında. Burası neresi, ve biz burada ne yapıyoruz? Öncelikle hepimizin bildiğine emin olduğum ama hatırlamamızda fayda gördüğüm “blog” kelimesinin anlamını tekrarlamak istiyorum; blog, İngilizce "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır. Blog, teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturdukları, günlüğe benzeyen web sitelerine verilen addır (Vikipedi).

İşte bu açıklamadan yola çıkarsak burada hepimiz kendi isteğimizle yer alıyoruz, kendi yaşamımızdan kesitleri kendi dilimizle yazıya döküp paylaşıyoruz, bilgi ve gözlemlerimizi ortaya koyup, önerilerimizi sunuyoruz, yani bir nevi günlük tutuyoruz ki blogun oluşma amacı da bu değil midir zaten? Adı günlük olsa bile, biz burada sadece “gün”ümüzü değil, “dün”ümüzü, “yarın”ımızı da yazıyoruz. Sadece olan biteni değil, dilimizin döndüğünce, kalemimizin yettiğince olacak biteceği de anlatıyoruz. Zaman ve mekan kavramı olmaksızın kurulan hayallere bir ucundan ortak olup, kuracağımız hayallere hazırlıyoruz kendimizi. Hepimiz, genelde bilgimiz, becerimiz olduğu konu veya konularda sunarken düşüncelerimizi, yeri geldiğinde de bize çok uzak görünebilen bir konuda bile söyleyecek bir çift sözümüz olduğundan, yazılacak iki satır hakkımızı kullanıyoruz doğal olarak.

Bizler burada yaşadığımız “an”ları, “anı”ları anlatırken, duygu ve düşüncelerimizi dile getirirken yaşamımızın tamamını sermiyoruz gözler önüne. İşte sanırım yanılgıya düştüğümüz noktada burası. Biz sadece yaşamımızdan bir kesiti yansıtıyoruz bu satırlara, yaşamımızdan kendi şeçtiğimiz bir bölümü, kendi dilimizle, kendi kalemimizle anlatıyoruz. Bir yap-boz oyununun tek bir parçası ortaya koyduğumuz, resmin tamamı ise sadece bizde. Peki o halde, yazılan tek bir paragrafla, anlatılan tek bir öyküyle birbirimize şekil vermek, birbirimizi kalıplara sokup kişiliklerimize tanım bulmak niye? Tek bir parçadan yola çıkıp, diğer parçaların nerede ve nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrimiz dahi yokken kendi kendimize koskoca bir resmi oluşturmak ve işte budur demek ne kadar doğru? Görünen sadece buzdağının üst kısmıyken ve asıl derin asıl gerçek olan kısım hala suyun altındayken hem de…

Her yaşamın bir öyküsü vardır ve her öykünün de bir kahramanı. Bu yaşamın bir yerinden tutunuyorsak eğer, bir coğrafyada yaşıyorsak, nefes alıyor ve görüyorsak gökyüzünü, hepimiz birer kahramanızdır kendi öykülerimizde. Ve yaşadığımız, gördüğümüz müddetçe hepimizin her konuda söyleyeceği iyi veya kötü bir çift laf, karalayacağı bir iki satır, dile dökeceği bir öykü mutlaka vardır kendine göre. Matematik yarışmalarında elde ettiğimiz birinciliklerin “sözel” kavramına yenik düştüğü, ilçe gazetelerinde yayınlanan şiirlerimizin “sayısal” arenada yer bulmadığı lise sıralarında değiliz ki artık, sözelci olduğumuz için matematikten anlamadığımız, sayısalcı olduğumuzda da iki çift lafı bir araya getiremediğimiz tanımlamalarına maruz kalalım.

Burası sözlerin, dillerin, akıl ve yüreklerin yarıştığı, yarıştırıldığı er meydanı değil. Ne blog sayımızın fazlalığı önemli burada ne de hangi konuda, hangi başlık altında neyi ne kadar yazdığımız? Olumlu-olumsuz her türlü eleştiriye ve yoruma tabi ki varız, olmalıyız da ama sınırlamaların, gereksiz tanımlamaların, kişisel tahlillerin, ahkam kesmelerin, gereksiz hırsın burada işi yok bence, olmamalı. Bu bir sınav değil arkadaşlar, bu işin sonunda not almayacağız, sınıfı geçmek yok, terfi etmek, maaşımıza zam gelmesi, yeni bir aşk, yaşam kalitemizin değişmesi söz konusu değil. Biz burada sadece okuyoruz, yazıyoruz ve yaşıyoruz. Gözümüzün gördüğü, dilimizin döndüğü, elimizin yettiği kadar…

İşte en çok böyle zamanlarda çocuk olmayı özlüyorum. O sınırsız, tanımsız, kalıpsız, sadece oyunlar oynadığımız, her türlü hatamızın çocukluğumuza sayıldığı yargısız, masumane ve telaşsız günlerimizi…Her şeyi ve herkesi olduğu gibi görüp kabul edebilen gerçek ama çocuk aklımızı, kocaman çocuk yüreğimizi, karşılıksız bağlılığımızı ve sevgimizi…Büyüdük, ve birçok şeyi geride çocukluğumuzda bıraktık artık. Yaşamın ağırlığı yeteri kadar acıtmıyor mu zaten canımızı o zaman bırakın hiç olmazsa burada, bu sayfalar bir yanımız çocuk kalsın…

NOT: Bu yazı şahsi değil tamamen hissidir. Son dönemlerde yayınlanan blog ve yorumlarda sezdiklerime yönelik yazılmıştır.

21 Kasım 2008 Cuma

SAYISAL LOTO DEĞİL SAYISAL HAYAT!

Bir yanda bir tekstil atölyesinde işsiz kalmamak için nelerden vazgeçersiniz sorularına işçilerin verdiği cevaplar; “Bir süre sigortam ödenmese de olur, yemeğimden, diğer sosyal haklarımdan da kesebilirler. Hatta maaşımın yarısını almaya bile razıyım yeter ki işten çıkarmasınlar.”

Diğer yanda Zonguldak’ta alınacak 3000 maden işçisinin 20.000 başvuru arasından noter huzurunda yapılan çekilişle seçiliyor olması. Başta fiziksel dayanıklılık olmak üzere pek çok elemeden geçirilen, içlerinde üniversite mezunlarının da olduğu adaylar şimdi 25 Kasım’a kadar yapılacak olan çekilişte şanslarını arıyorlar. Hediye için değil, çalışmak için, yaşamak için....

Sonrasında bir milletvekilinin yalandan bile olsa sunduğu öneri; “Krizi halkımızla birlikte hissetmek, onlarla beraber yaşamak lazım. Mesela maaşlarımızın yarısını almayalım.” Ve bu öneri karşısında yüzlerinin atan rengini saklayamasalarda kelimelerini üsturuplu seçmeyi başarıp tebessüm eden diğer vekillerin tepkileri; “Arkadaşımızın tuzu kuru galiba, herhangi bir maddi sıkıntısı yok, hiç öyle şey olur mu?”

Kendi seçtiklerimiz tarafından hakkımız olanı yaşayabilmek için seçiliyoruz. Sayısal hayat bu yaşadığımız. Noter huzurunda yapılan çekilişte numarası çıkan yaşamaya(!) hak kazanıyor.

18 Kasım 2008 Salı

Erdemli Olmak

İnsanoğlu denen varlık ne kadar tuhaf.Bunca yaşa geldim,çeşit çeşit insan gördüm,tanıdım, şaşırdım, şok oldum. ''Artık bundan ötesi,daha beteri yoktur!'' diye son noktayı koydum. Ama ne yazık ki bitmemiş, bitmiyor, bitmeyecek..
Gün geçmiyor ki yeni bir zavallı tanımayayım. ''Zavallı''demekten başka tabir gelmedi aklıma bu arada.
Ama ne demem gerektiğini inanın ki bulamadım.
İnsan olma özelliğinin zerresini bile taşımayan bir yaratığa en uygun yakıştırma bu bence. Böylelerini hasta ruhlu, acınası bir kişilik olarak gördüğümden olsa gerek..
Mütevazı olmak..Bir insanda bulunması gereken en güzel özelliktir, erdemdir. İyi bir aile terbiyesi almış, kendini bilen, ruhu güzelliklerle ve insan sevgisiyle dolu bir insan asla kendini büyük görmez. Durduk yerde kimseyi küçümsemez, kendini bir halt zannetmez.

Büyüklük hastalığına yakalanmakla yakından ilgili bir şey bu. Kendinde var olduğunu sandığı birkaç sıradan özellik, kişilik bozukluğuna zaten yatkın olan böyle insanları derhal değiştiriyor ve insanları küçümseyip tepeden bakmasına yol açıyor.
Ne acınası bir durumdur bu Yarabbim! Bu insanlardan çevremde o kadar çok gördüm, tanıdım ki sanki sıraya girdiler.
Tecrübeyle sabittir ki aşağılık duygusuna sahip insanlar mütevazılıktan zerre kadar nasibini alamıyor ve kimlik arayışına girip durduklarından kişilikleri bir türlü oturmuyor.
''Ben olmasam asla olmaz !'' zannetme huyları gelişmiş, ''Küçük dağları ben yaratttım..'' edalarında, yanlışlarını asla kabul etmeyip inatla savunan, genellikle de en yakınları dahil kendinden başka hiç kimseyi beğenmeyen tipler bunlar.
Girdikleri her topluma nifak tohumları saçmadan duramadıkları yetmezmiş gibi, ''kendinde olan kimsede olmasın'' huyları da gelişmiş durumda.

Bir de dikkat edin, eğer bu tip bir insan servet veya belirli bir yetkiye sahipse etrafında bol miktarda ''yalaka'' mevcuttur. Ve bu yalakalar onları son derece memnun eden tamamlayıcı unsurları,parçalarıdır. Onlarsız asla yapamazlar.
İşin kötüsü yalakaları onlardan daha da zavallı birer kişilik bozukluğu vakasıdır.
Ama günün birinde söz konusu servet ya da yetkileri ellerinden gittiğinde derhal terkedilirler. Zaten bunu en başta kendileri biliyordurlar. Ama böyle yaman çelişkiler onlar için önemsizdir.
Müthiş kıskançtırlar. Durduk yerde dünya iyisi bir insanın sahip olduğu en ufak bir güzellik batar onlara, kıskanıp hemen aleyhinde konuşmaya, zehir saçmaya, eleştirmeye başlarlar.

Kimileri de gizliden gizliye yaşar bu duyguları ve her an sırtından vurmaya hazırdır kıskandığı o zavallı insanı.
Efendim,gurura ve kibire kaptırmasın kimse kendini. Mütevazı olalım ki her zaman kazanalım. Üzerimizde güzel özellikler, erdemler toplayalım. Kalıcı olsun mümkünse...
İnsan tanımak için psikoloji okumak gerekmiyor bence. Şaşkınlıkla izlediğimiz değişik insan davranışları bizde böyle bir birikimi sağlayabiliyor.
Hem de teorik değil, uygulamalı, şaşırtıcı, son derece kalıcı bir biçimde. Uzman olup çıkıyorsunuz işin özünde.

Elbette ki mütevazı olmanın da bir ayarı var. Yani alçakgönüllü olayım derken kendimizi de küçük durumlara düşürmemeliyiz.

Son satırlara gelmişken; tanımış olduğum kalbi insan sevgisi,iyilik ve güzellikle dolu sınırlı sayıdaki değerli insana teşekkür ediyor, sevgilerimi gönderiyorum. İyi ki varsınız...

"ADAM" OLAN KİM?

Adam; sözlük anlamı insan, erkek kişi, kadın karşıtı...Bunlar dışında; birinin yanında ve işinde olan kimse, birinin sözünü dinleyen, nazını çeken kimse, kayırıcı veya bir alanda derin bilgisi olan ya da bir alanı benimseyen gibi yan anlamları da mevcut. Ha bir de “iyi yetişmiş, değerli, iyi huylu, güvenilir” kimselere de “adam” deniyor. “Adam gibi adam”, “bir işi, eylemi adam gibi yapmak” ve benzeri tamlamalardan bahsetmeye ise gerek yok sanırım.

Evet bunlar TDK’da yer alan tanımlar. Ama son günlerde yaşanan olayları düşündüğümde benim aklımın lügatında ne yazıkki “adam” kelimesinin karşısında hiçbir şey yazmıyor. Yok. Koca bir boşluk var sadece.

Nasıl olsun ki siz 78 yaşında 10 çocuk, 40 torun sahibi olup da 11 yaşındaki bir kız çocuğunu uluorta taciz edenlerden, namus kavramını ağızda sakızmışcasına kullanıp da kendi öz kızlarına gözünü kırpmadan tecavüz edenlerden, “gazeteci” sıfatı altında kendi düşünceleriyle bağdaşmayanlar hakkında gayet rahat bir şekilde “pornocu” yakıştırmalarında bulunabilenlerden “adam” diye bahsedebilir misiniz...Sahi siz 14 yaşındaki bir kız çocuğunun bile sahip olduğu(!) ruhsal ve bedensel olgunluğa verdikleri kararlarla, yaptıkları işlerle, düşünceleriyle ulaşamamışlara nasıl hitap edersiniz...

Peki ya kendimize ne demeliyiz...Bir zamanlar her dile geldiğinde, getirildiğinde “ah, vah” deyip anında unutuverdiğimiz acılar, insanlık dışı davranışlar, saçma sapan kararlar artık kapı komşumuz olmuşken, hemen gözümüzün önünde yaşanıyorken, gözümüzü kapatsak kokusunu duyuyorken ve hala hiçbir şey yapmıyorken bizler ne kadar “adam”ız acaba...

Biz daha bir filmi eleştir(ebil)mek yerine, süslü püslü kelimelerle oluşturduğumuz altı boş cümleleri “ötekileştirmek” için, birimizi diğerimizden keskin sınırlarla ayırmak için kullanaduralım “adam”lık elden gidiyor arkadaşlar farkında mısınız....Altı gitgide boşalıyor “adam” kelimesinin, içi çürüyüp gidiyor, küfleniyor...Ve bizler bu halimizle utanmadan Atatürk’ün “insan”lığını tartışıyoruz. Yazık çok yazık...

13 Kasım 2008 Perşembe

ARADAKİ 7 FARKI BULUN!

*Ankara’da bazıları çocuk olmak üzere 9 kıza tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklanan Devlet Opera ve Balesi sanatçısı Şahin Öğüt’ün 2001’de de yine aynı suçtan yakalandığı halde babasının emniyet müdürü olmasının etkisiyle gözaltına bile alınmadan yargılanıp beraat ettiği öne sürüldü. Tekrar yakalanmasında önemli bir rol oynayan davanın mağdurlarından F.O.’nun ifadesine göre ise; Ankara Ağır Ceza Mahkemesi kendisinin “bakire olmamasını” Öğüt’ün beraat gerekçelerinden biri olarak saydı.

*14 yaşındaki B.Ç.’ye cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle yargılanan ve 6 aydır cezaevinde bulunan Vakit gazatesi yazarı Hüseyin Üzmez, Adli Tıp’tan istenen ve 40 gün içersinde hazırlanıp gelen rapordaki, B.Ç’nin yaşananlardan dolayı bedensel ve ruhsal sağlığı anlamında herhangi bir sorunu olmadığı bilgisine dayanılarak serbest bırakıldı.

*İzmir’de 14 yaşındaki Sercan Bodruk’un okul dönüşü servis minibüsünün altında kalarak ölümüne sebep olmaktan 6 yıl hapis istemiyle yargılanan ve geçen duruşmada tahliye edilen sürücü Necati Özsoy, bilirkişi ve adli tıptan gelen 2 ayrı rapor sonucuna göre 8/2 kusurlu bulundu. Ölen Sercan Bodruk’un ise “asli” kusurlu ilan edildiği duruşma dosyadaki eksikliklerin giderilmesi için ertelendi.

*Aksaray’in İncesu Beldesinde 13 yaşındayken nikahsız olarak evlendirilip 14 yaşında anne olan A.Y’nin erken yaşta çocuk sahibi olmasına yönelik polisin açmış olduğu soruşturma devam ederken aynı hastanede aynı gün 15 yaşındaki N.C.’nin de doğum yaptığı öğrenildi.

*Digitürk’ün Süper Lig’deki maçların yasadışı olarak yayımlanmasından dolayı Diyarbakır 1.Sulh Ceza Mahkemesi’ne yaptığı şikayet başvurusu sonrasında Türk katılımcılarına kapatılan blogger ve blogspot uzantılı tüm blogların “eksik evrak” nedeniyle kapatma kararının yürütülmesi durduruldu.

Bunlar son günlerde yaşananlardan sadece bazıları. Şahin Öğüt davasının mağdurlarından F.O. tecavüz şikayetinde bulunmak için “bakire olması” gerekliliğini öğrenmiş midir, 14 yaşındaki B.Ç. sahip olduğu yaşından büyük “bedensel ve ruhsal olgunluğuna” daha neleri sığdıracaktır, kendi canı neredeyse hiçe sayılmış olan 14 yaşındaki Sercan’ın en azından organlarıyla hayat bulan 6 kişinin yaşamı bundan sonra önemsenecek midir, kendileri büyümeden bebek sahibi olan 13 yaşındaki A.Y. ile 15 yaşındaki N.C. çocuklarını vatana millete hayırlı birer evlat olarak yetiştirebilecekler midir, sık sık tekrarlanan “kapatılma” kararları bir gün sona erecek midir bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki bu birbirinden bağımsız gibi gözüken olayların temelinde, aslında benzer hatta aynı sorunlar yer almakta...

Sorunlar belli olduğuna göre peki ya çözümler nerede???

5 Kasım 2008 Çarşamba

SANSÜRLENEN SADECE BLOGLARIMIZ MI?

Burası benim evim. Yaklaşık 3 ay olmuş taşınalı. Bir güzel yerleşmişim, emek vermişim,varolanların yerlerini değiştirip yeni yeni eşyalar yerleştirmişim, bir sürü misafir ağırlamışım, kimisinde bir kahve içimlik, kimisinde uzun sohbetler eşliğinde kendiminki gibi bir sürü eve misafir edilmişim. Yaşayıp gidiyorum işte böyle kendimce. Derken birgün evime geliyorum, anahtarımı kilide takıyorum ama dönmüyor. Kapı açılmıyor bir türlü. Pek beceriksizim ya bu konularda, söylene söylene birkaç kere daha deniyorum ama yok, her yer kapı duvar. Kendi evime giremiyorum. Sonra kapının altında bir zarf buluyorum. Ve içinde hiçbir açıklama olmadan “artık evime giremeyeceğim” yazıyor. Hiçbir şey anlamadığım için şaşkınlıkla sağa sola, arkadaşlarıma danışıyorum ve onlarında aynı durumdan muzdarip olduğunu öğreniyorum; kimse evine giremiyor. Sonradan “birkaç kişinin vermiş olduğu rahatsızlıktan ötürü” evlerimize alınmadığımız haberi ulaşıyor bizlere. Evet evet sadece “birkaç kişinin hatası” herkese mal ediliyor. Burada mantık nerede?

Kapının kilidini değiştirip, camı kırıp, arka bahçeden dolanıp evime tekrar girebilir, misafirlerimi, arkadaşlarımı bu şekilde konuk edebilirim. Ya da pılımı pırtımı toplayıp başka bir adrese taşınabilirim elbette. Bunlar olası çözümler. Ama çözüm dediğin bir sorun karşısında üretilmez mi? Burada bir sorun olduğu belli ama sorun ben değilsem, benden kaynaklanmıyorsa neden ben kendi evime girmek konusunda böylesine çözümler aramak zorunda bırakılıyorum ki...

Sahi bunun açıklaması nedir? Sadece okuduğumuz, yazdığımız, kendi kendimize karaladığımız, bununla yetinmeyip bu sayfaları “günce” kavramından çıkarıp da, fikirlerimizi, duygularımızı, anılarımızı, deneyimlerimizi paylaştığımız, kurulan bağlarla ve yapılan organizasyonlarla anadolu’da kız çocuklarımızı okuttuğumuz, İzmir’de diktiğimiz fidanlarla kendi adımızı verdiğimiz bir orman sahibi olduğumuz, hasta çocuğu için madden ve manen yapacak hiçbir şeyi kalmadığından son çare olarak bu sayfalar üzerinden bizden yardım eli isteyen bir babanın çığlığı olup yardım edebilmek amaçlı çırpındığımız blog sayfalarımız hangi nedenden ötürü ve hangi hakla karartılabilir? En doğal, en basit, en insani hakkımız olan “iletişim hakkımız” nasıl elimizden alınabilir?

Farkında mısınız sansürlenen, karartılan, elimizden alınan sadece blog sayfalarımız değil aslında, hayatımız ve hatta insanlığımız...Peki aydınlık için birşeyler yapmamız gerekmez mi???

***Yaklaşık 1 hafta sonra BLOGGER.COM üzerindeki kapatma kararının yürütülmesi durduruldu. Şu anda eskisi gibi bloglarımıza girebiliyoruz. Ne zamana kadar bilinmediği gibi internet üzerinde hala eksik kanun ve yanlış uygulamalar nedeniyle kapatılmış olan site ve yayınların varlığını da göz ardı etmemeli. İşte bu nedenle SERBEST YAZARLAR PLATFORMU haklarını savunmaya, taleplerini iletmeye ve demokratik çözümler aramaya yani kısaca yoluna kaldığı yerden aynen devam ediyor.