“Gün sonu alıyorum” dedim. “Ne alıyorsun diye şaşkın bir sesle sordu, anlamadı tabi haklı olarak. Telefonun çalıyor, açıyorsun ve “efendim” diyorsun. Arayan kişi sana selamsız sabahsız, açıklamasız “gün sonu alıyorum” diyor birden. Aslında arayan kişi sana demiyor onu, o sırada kendisine ne yaptığını soran Meltem’e (iş arkadaşı) söylüyor. Fakat bir yandan seni arıyorken -telefonu bu kadar çabuk açacağını beklemiyor elbet- bir yandan da arkadaşına laf yetiştiriyor. Derken sen aniden açıyorsun telefonu ve karşından bir ses “gün sonu alıyorum” diyor sana. Ben olsam ben de şaşırırım tabi...
Neyse, “gün sonu alıyorum” dedim ben tekrar ona. Ve küçük bir açıklamayı hakettiğini düşünerek, küçük de bir açıklama yaptım. Yani işin en basit anlatımıyla “çeşitli bankalara ait pos makinalarından gün boyunca yaptığım bütün işlemleri ayrıntılarıyla gösteren işlem raporlarını alıyorum” dedim. Kırk yıldır tanışıyor değildik hatta yıl bile uygun bir zaman kavramı değildi tanışıklığımıza dair, ama biz kırk yıldır tanışıyormuş gibi, gerçekten günün sonunu getiren bir konuşma, gülüşme ve vedalaşma aşamalarını gerçekleştirip anlamsız başlayan ama anlamlı biten (en azından benim için) telefon konuşmamıza son noktayı koyduk. Yerimden kalktığımda en azından kırk yıldır tanıştığım çoğu insandan beni daha fazla anladığına emindim.
Elimde evraklarım muhasebenin yolunu tutmuşken bir yandan da kendi kendime konuşuyordum çoğu zaman yaptığım gibi. Kendi gün sonumu da alsam nasıl olur acaba diye düşünmeye başladım birden. Bedensel ve zihinsel faaliyetlerim için her gün “gün sonu” yapsam mesela. Duygusal, zihinsel, fiziksel raporlarımı sırasıyla akıl ve yüreğimden alsam. Sonra vicdanıma sunsam, “al işte bugünde böyle geçti bak bakalım ne var ne yok” diye. Eksik mi kalmışım çoğu zaman olduğu gibi yoksa fazlalığım var mı bir sonraki güne kalan. Ya da ucu ucuna eşitlemiş miyim bugünümü, ne karda ne zararda, ortalarda bir yerlerde yaşayıp gitmiş, tüketmiş miyim. Yarına ne bırakmışım, ne taşımışım bugünden. Yarından yana neye ümitlenmişim, heveslenmişim. Bak bakalım ne katmışım kendi ellerimle kendi yaşamıma, ve neleri atmış, azaltmışım kendimden. Hadi kendime olmadı diyelim, bir başka yaşama bir yararım dokunmuş mu acaba, kendim için olmasa bile bir başkası için iyi bir şey yapmış mıyım. Yoksa suya sabuna dokunmadan bir günü daha yırtıp atmış mıyım ömür denen bu sayfaları hızla tükenen takvimden...
Tüm bu ve benzeri soruların cevaplarından oluşan uzun bir rapor sunsa bana vicdanım. Sonra ben o raporu okuyup, üzerinde iyi kötü düşünüp, artık “dün” olan bugünden alacağımı alıp, yarına doğru devam etsem. “Gün başı” yapsam yeni bir gün için mesela. Sil baştan, yine, yeni ve yeniden başlasam....Olur mu acaba. Neden olmasın ki. Gerçi bu soruların çoğunu zaten gün içinde sormuyor muyuz kendi kendimize. Yada geceleri tekbaşınalığımızı bu cevabı çoğu zaman bilinmeyen, bilinse bile nedense tam olarak verilemeyen sorularla boğup durmuyor muyuz. Sonra da sırf bu soruların ağırlığından kurtulmak için belki de, uykunun o sıcacık kollarına sığınıp da kaçmıyor muyuz kendimizden...Belki de bu cevapları erteleyerek aslında bütün bir yaşamımızı ertelemiş olmuyor muyuz. Ve her seferinde biraz daha eksik yaşamıyor muyuz hayatı olması gerektiğinden...
Telaşla çıktım muhasebeden. Yok yok vazgeçtim ben bu işten diye söylendim kendi kendime. Ucu bucağı gözükmeyen upuzun bir raporu düşünmesi bile yormuştu beni. Yok yok böylesi daha iyi. Ben kendi kendime hallederim duygularımı, düşüncelerimi, yaptıklarımı, yapacaklarımı, kendime dair ne varsa hepsini...İşleme, rapora, işin içine rakamların girmesine ne gerek var. Hem ben oldum olası matematiği de hiç sevmem...Bırakmalı, akıp gitmeli hayat bir su gibi ellerimden. Ben avucumda kalan su damlalarının değerini, o serinliği hissedeyim yeter...
“Ne oldu ne bu suratının hali” diye sordu Meltem. Topladım pılımı pırtımı, “yok birşey” dedim, “işim bitti, çıkıyorum ben. Gün sonlarını muhasebeye teslim ettim.”
beenmaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
beenmaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Aralık 2008 Pazartesi
1 Aralık 2008 Pazartesi
TEK BİR CÜMLE, KOCA BİR DÜNYA

Bu kitap ilk olarak ismiyle dikkatimi çekmişti ama rastgele açıp da okuduğum tek bir cümle sayesinde alıp okumuştum. Hani bazen tek bir söz, bakış, dokunuş yeter ya, içinde koca bir dünya saklıdır aslında, bana da tek bir cümle yetmişti işte bu kitapla aramda tarifi olmayan güçlü bir bağ kurmaya...
Ne tesadüf ki şimdi de ilk olarak sevgili voodoo girl’ün sayfasında rastladığım, sevgili Nily’in de sihirli değneğiyle dört bir yana dağıtıp yaydığını gördüğüm, bana göre gelmiş geçmiş en güzel mim olan bu oyun için yine tek bir cümle yazmam gerekiyor. İşte 56. sayfadaki içinde koca bir dünyanın saklı olduğu 5. cümle...
“Unuttuğum şeylerin üzüntüsünü pek duymam artık ama yorgunluğunu hissettiğim olur”
Unutmakla ya da benim lügatımdaki karşılığı olan ‘unutmuş gibi yapmakla’ ilgili söylenebilecek o kadar çok şey var ki...Ama ben tek bir cümlenin içine sığmış olan bu koca dünya üzerine başka bir söz söylemek istemiyorum. En azından şimdilik...
Bu mim bir oyun gibi. İsteyen herkes oynayabilir, kimseye paslanmıyor. Tek yapmanız gereken;
*Kendinize en yakın kitabı almak
*Sayfa 56’yı açmak
*5.cümleyi bulmak
*Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlamak
*En sevdiğiniz, en moda veya en entellektüel kitabı seçmeyip, en yakınınızdakini almak...
İşte kurallar bu kadar. Peki ya sizin tek cümledeki koca dünyanız hangisi...
29 Kasım 2008 Cumartesi
BURASI NERESİ?
Ne kadar çok seviyoruz hemen her konuda ahkam kesmeyi. Ne çabuk “uzman” kesiliverip, kendi “uzman” görüşümüzle iki satır yazıdan kimin nasıl bir insan olduğunu tahlil edebiliyoruz bir çırpıda. Ve bununla yetinmiyoruz, vardığımız kişilik tahlillerine göre, karşımızdaki insanlar adına nelerden anlayıp hangi konular hakkında fikir yürütebileceklerine dair kararlar verebiliyoruz. Yazacakları, yazmaları gereken konuları gösterip, onları yönlendirme hakkını görebiliyoruz kendimizde. Tüm bunları yaparkenki çıkış noktamız ise koskoca yaşamların, paylaşılmak adına bizlere sunulan, gözlerimize yansıtılan ufacık bir bölümü sadece…
Durup şöyle bir düşünmemiz gerek diye düşünüyorum aslında. Burası neresi, ve biz burada ne yapıyoruz? Öncelikle hepimizin bildiğine emin olduğum ama hatırlamamızda fayda gördüğüm “blog” kelimesinin anlamını tekrarlamak istiyorum; blog, İngilizce "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır. Blog, teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturdukları, günlüğe benzeyen web sitelerine verilen addır (Vikipedi).
İşte bu açıklamadan yola çıkarsak burada hepimiz kendi isteğimizle yer alıyoruz, kendi yaşamımızdan kesitleri kendi dilimizle yazıya döküp paylaşıyoruz, bilgi ve gözlemlerimizi ortaya koyup, önerilerimizi sunuyoruz, yani bir nevi günlük tutuyoruz ki blogun oluşma amacı da bu değil midir zaten? Adı günlük olsa bile, biz burada sadece “gün”ümüzü değil, “dün”ümüzü, “yarın”ımızı da yazıyoruz. Sadece olan biteni değil, dilimizin döndüğünce, kalemimizin yettiğince olacak biteceği de anlatıyoruz. Zaman ve mekan kavramı olmaksızın kurulan hayallere bir ucundan ortak olup, kuracağımız hayallere hazırlıyoruz kendimizi. Hepimiz, genelde bilgimiz, becerimiz olduğu konu veya konularda sunarken düşüncelerimizi, yeri geldiğinde de bize çok uzak görünebilen bir konuda bile söyleyecek bir çift sözümüz olduğundan, yazılacak iki satır hakkımızı kullanıyoruz doğal olarak.
Bizler burada yaşadığımız “an”ları, “anı”ları anlatırken, duygu ve düşüncelerimizi dile getirirken yaşamımızın tamamını sermiyoruz gözler önüne. İşte sanırım yanılgıya düştüğümüz noktada burası. Biz sadece yaşamımızdan bir kesiti yansıtıyoruz bu satırlara, yaşamımızdan kendi şeçtiğimiz bir bölümü, kendi dilimizle, kendi kalemimizle anlatıyoruz. Bir yap-boz oyununun tek bir parçası ortaya koyduğumuz, resmin tamamı ise sadece bizde. Peki o halde, yazılan tek bir paragrafla, anlatılan tek bir öyküyle birbirimize şekil vermek, birbirimizi kalıplara sokup kişiliklerimize tanım bulmak niye? Tek bir parçadan yola çıkıp, diğer parçaların nerede ve nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrimiz dahi yokken kendi kendimize koskoca bir resmi oluşturmak ve işte budur demek ne kadar doğru? Görünen sadece buzdağının üst kısmıyken ve asıl derin asıl gerçek olan kısım hala suyun altındayken hem de…
Her yaşamın bir öyküsü vardır ve her öykünün de bir kahramanı. Bu yaşamın bir yerinden tutunuyorsak eğer, bir coğrafyada yaşıyorsak, nefes alıyor ve görüyorsak gökyüzünü, hepimiz birer kahramanızdır kendi öykülerimizde. Ve yaşadığımız, gördüğümüz müddetçe hepimizin her konuda söyleyeceği iyi veya kötü bir çift laf, karalayacağı bir iki satır, dile dökeceği bir öykü mutlaka vardır kendine göre. Matematik yarışmalarında elde ettiğimiz birinciliklerin “sözel” kavramına yenik düştüğü, ilçe gazetelerinde yayınlanan şiirlerimizin “sayısal” arenada yer bulmadığı lise sıralarında değiliz ki artık, sözelci olduğumuz için matematikten anlamadığımız, sayısalcı olduğumuzda da iki çift lafı bir araya getiremediğimiz tanımlamalarına maruz kalalım.
Burası sözlerin, dillerin, akıl ve yüreklerin yarıştığı, yarıştırıldığı er meydanı değil. Ne blog sayımızın fazlalığı önemli burada ne de hangi konuda, hangi başlık altında neyi ne kadar yazdığımız? Olumlu-olumsuz her türlü eleştiriye ve yoruma tabi ki varız, olmalıyız da ama sınırlamaların, gereksiz tanımlamaların, kişisel tahlillerin, ahkam kesmelerin, gereksiz hırsın burada işi yok bence, olmamalı. Bu bir sınav değil arkadaşlar, bu işin sonunda not almayacağız, sınıfı geçmek yok, terfi etmek, maaşımıza zam gelmesi, yeni bir aşk, yaşam kalitemizin değişmesi söz konusu değil. Biz burada sadece okuyoruz, yazıyoruz ve yaşıyoruz. Gözümüzün gördüğü, dilimizin döndüğü, elimizin yettiği kadar…
İşte en çok böyle zamanlarda çocuk olmayı özlüyorum. O sınırsız, tanımsız, kalıpsız, sadece oyunlar oynadığımız, her türlü hatamızın çocukluğumuza sayıldığı yargısız, masumane ve telaşsız günlerimizi…Her şeyi ve herkesi olduğu gibi görüp kabul edebilen gerçek ama çocuk aklımızı, kocaman çocuk yüreğimizi, karşılıksız bağlılığımızı ve sevgimizi…Büyüdük, ve birçok şeyi geride çocukluğumuzda bıraktık artık. Yaşamın ağırlığı yeteri kadar acıtmıyor mu zaten canımızı o zaman bırakın hiç olmazsa burada, bu sayfalar bir yanımız çocuk kalsın…
NOT: Bu yazı şahsi değil tamamen hissidir. Son dönemlerde yayınlanan blog ve yorumlarda sezdiklerime yönelik yazılmıştır.
Durup şöyle bir düşünmemiz gerek diye düşünüyorum aslında. Burası neresi, ve biz burada ne yapıyoruz? Öncelikle hepimizin bildiğine emin olduğum ama hatırlamamızda fayda gördüğüm “blog” kelimesinin anlamını tekrarlamak istiyorum; blog, İngilizce "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır. Blog, teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturdukları, günlüğe benzeyen web sitelerine verilen addır (Vikipedi).
İşte bu açıklamadan yola çıkarsak burada hepimiz kendi isteğimizle yer alıyoruz, kendi yaşamımızdan kesitleri kendi dilimizle yazıya döküp paylaşıyoruz, bilgi ve gözlemlerimizi ortaya koyup, önerilerimizi sunuyoruz, yani bir nevi günlük tutuyoruz ki blogun oluşma amacı da bu değil midir zaten? Adı günlük olsa bile, biz burada sadece “gün”ümüzü değil, “dün”ümüzü, “yarın”ımızı da yazıyoruz. Sadece olan biteni değil, dilimizin döndüğünce, kalemimizin yettiğince olacak biteceği de anlatıyoruz. Zaman ve mekan kavramı olmaksızın kurulan hayallere bir ucundan ortak olup, kuracağımız hayallere hazırlıyoruz kendimizi. Hepimiz, genelde bilgimiz, becerimiz olduğu konu veya konularda sunarken düşüncelerimizi, yeri geldiğinde de bize çok uzak görünebilen bir konuda bile söyleyecek bir çift sözümüz olduğundan, yazılacak iki satır hakkımızı kullanıyoruz doğal olarak.
Bizler burada yaşadığımız “an”ları, “anı”ları anlatırken, duygu ve düşüncelerimizi dile getirirken yaşamımızın tamamını sermiyoruz gözler önüne. İşte sanırım yanılgıya düştüğümüz noktada burası. Biz sadece yaşamımızdan bir kesiti yansıtıyoruz bu satırlara, yaşamımızdan kendi şeçtiğimiz bir bölümü, kendi dilimizle, kendi kalemimizle anlatıyoruz. Bir yap-boz oyununun tek bir parçası ortaya koyduğumuz, resmin tamamı ise sadece bizde. Peki o halde, yazılan tek bir paragrafla, anlatılan tek bir öyküyle birbirimize şekil vermek, birbirimizi kalıplara sokup kişiliklerimize tanım bulmak niye? Tek bir parçadan yola çıkıp, diğer parçaların nerede ve nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrimiz dahi yokken kendi kendimize koskoca bir resmi oluşturmak ve işte budur demek ne kadar doğru? Görünen sadece buzdağının üst kısmıyken ve asıl derin asıl gerçek olan kısım hala suyun altındayken hem de…
Her yaşamın bir öyküsü vardır ve her öykünün de bir kahramanı. Bu yaşamın bir yerinden tutunuyorsak eğer, bir coğrafyada yaşıyorsak, nefes alıyor ve görüyorsak gökyüzünü, hepimiz birer kahramanızdır kendi öykülerimizde. Ve yaşadığımız, gördüğümüz müddetçe hepimizin her konuda söyleyeceği iyi veya kötü bir çift laf, karalayacağı bir iki satır, dile dökeceği bir öykü mutlaka vardır kendine göre. Matematik yarışmalarında elde ettiğimiz birinciliklerin “sözel” kavramına yenik düştüğü, ilçe gazetelerinde yayınlanan şiirlerimizin “sayısal” arenada yer bulmadığı lise sıralarında değiliz ki artık, sözelci olduğumuz için matematikten anlamadığımız, sayısalcı olduğumuzda da iki çift lafı bir araya getiremediğimiz tanımlamalarına maruz kalalım.
Burası sözlerin, dillerin, akıl ve yüreklerin yarıştığı, yarıştırıldığı er meydanı değil. Ne blog sayımızın fazlalığı önemli burada ne de hangi konuda, hangi başlık altında neyi ne kadar yazdığımız? Olumlu-olumsuz her türlü eleştiriye ve yoruma tabi ki varız, olmalıyız da ama sınırlamaların, gereksiz tanımlamaların, kişisel tahlillerin, ahkam kesmelerin, gereksiz hırsın burada işi yok bence, olmamalı. Bu bir sınav değil arkadaşlar, bu işin sonunda not almayacağız, sınıfı geçmek yok, terfi etmek, maaşımıza zam gelmesi, yeni bir aşk, yaşam kalitemizin değişmesi söz konusu değil. Biz burada sadece okuyoruz, yazıyoruz ve yaşıyoruz. Gözümüzün gördüğü, dilimizin döndüğü, elimizin yettiği kadar…
İşte en çok böyle zamanlarda çocuk olmayı özlüyorum. O sınırsız, tanımsız, kalıpsız, sadece oyunlar oynadığımız, her türlü hatamızın çocukluğumuza sayıldığı yargısız, masumane ve telaşsız günlerimizi…Her şeyi ve herkesi olduğu gibi görüp kabul edebilen gerçek ama çocuk aklımızı, kocaman çocuk yüreğimizi, karşılıksız bağlılığımızı ve sevgimizi…Büyüdük, ve birçok şeyi geride çocukluğumuzda bıraktık artık. Yaşamın ağırlığı yeteri kadar acıtmıyor mu zaten canımızı o zaman bırakın hiç olmazsa burada, bu sayfalar bir yanımız çocuk kalsın…
NOT: Bu yazı şahsi değil tamamen hissidir. Son dönemlerde yayınlanan blog ve yorumlarda sezdiklerime yönelik yazılmıştır.
24 Kasım 2008 Pazartesi
21 Kasım 2008 Cuma
SAYISAL LOTO DEĞİL SAYISAL HAYAT!
Bir yanda bir tekstil atölyesinde işsiz kalmamak için nelerden vazgeçersiniz sorularına işçilerin verdiği cevaplar; “Bir süre sigortam ödenmese de olur, yemeğimden, diğer sosyal haklarımdan da kesebilirler. Hatta maaşımın yarısını almaya bile razıyım yeter ki işten çıkarmasınlar.”
Diğer yanda Zonguldak’ta alınacak 3000 maden işçisinin 20.000 başvuru arasından noter huzurunda yapılan çekilişle seçiliyor olması. Başta fiziksel dayanıklılık olmak üzere pek çok elemeden geçirilen, içlerinde üniversite mezunlarının da olduğu adaylar şimdi 25 Kasım’a kadar yapılacak olan çekilişte şanslarını arıyorlar. Hediye için değil, çalışmak için, yaşamak için....
Sonrasında bir milletvekilinin yalandan bile olsa sunduğu öneri; “Krizi halkımızla birlikte hissetmek, onlarla beraber yaşamak lazım. Mesela maaşlarımızın yarısını almayalım.” Ve bu öneri karşısında yüzlerinin atan rengini saklayamasalarda kelimelerini üsturuplu seçmeyi başarıp tebessüm eden diğer vekillerin tepkileri; “Arkadaşımızın tuzu kuru galiba, herhangi bir maddi sıkıntısı yok, hiç öyle şey olur mu?”
Kendi seçtiklerimiz tarafından hakkımız olanı yaşayabilmek için seçiliyoruz. Sayısal hayat bu yaşadığımız. Noter huzurunda yapılan çekilişte numarası çıkan yaşamaya(!) hak kazanıyor.
Diğer yanda Zonguldak’ta alınacak 3000 maden işçisinin 20.000 başvuru arasından noter huzurunda yapılan çekilişle seçiliyor olması. Başta fiziksel dayanıklılık olmak üzere pek çok elemeden geçirilen, içlerinde üniversite mezunlarının da olduğu adaylar şimdi 25 Kasım’a kadar yapılacak olan çekilişte şanslarını arıyorlar. Hediye için değil, çalışmak için, yaşamak için....
Sonrasında bir milletvekilinin yalandan bile olsa sunduğu öneri; “Krizi halkımızla birlikte hissetmek, onlarla beraber yaşamak lazım. Mesela maaşlarımızın yarısını almayalım.” Ve bu öneri karşısında yüzlerinin atan rengini saklayamasalarda kelimelerini üsturuplu seçmeyi başarıp tebessüm eden diğer vekillerin tepkileri; “Arkadaşımızın tuzu kuru galiba, herhangi bir maddi sıkıntısı yok, hiç öyle şey olur mu?”
Kendi seçtiklerimiz tarafından hakkımız olanı yaşayabilmek için seçiliyoruz. Sayısal hayat bu yaşadığımız. Noter huzurunda yapılan çekilişte numarası çıkan yaşamaya(!) hak kazanıyor.
18 Kasım 2008 Salı
"ADAM" OLAN KİM?
Adam; sözlük anlamı insan, erkek kişi, kadın karşıtı...Bunlar dışında; birinin yanında ve işinde olan kimse, birinin sözünü dinleyen, nazını çeken kimse, kayırıcı veya bir alanda derin bilgisi olan ya da bir alanı benimseyen gibi yan anlamları da mevcut. Ha bir de “iyi yetişmiş, değerli, iyi huylu, güvenilir” kimselere de “adam” deniyor. “Adam gibi adam”, “bir işi, eylemi adam gibi yapmak” ve benzeri tamlamalardan bahsetmeye ise gerek yok sanırım.
Evet bunlar TDK’da yer alan tanımlar. Ama son günlerde yaşanan olayları düşündüğümde benim aklımın lügatında ne yazıkki “adam” kelimesinin karşısında hiçbir şey yazmıyor. Yok. Koca bir boşluk var sadece.
Nasıl olsun ki siz 78 yaşında 10 çocuk, 40 torun sahibi olup da 11 yaşındaki bir kız çocuğunu uluorta taciz edenlerden, namus kavramını ağızda sakızmışcasına kullanıp da kendi öz kızlarına gözünü kırpmadan tecavüz edenlerden, “gazeteci” sıfatı altında kendi düşünceleriyle bağdaşmayanlar hakkında gayet rahat bir şekilde “pornocu” yakıştırmalarında bulunabilenlerden “adam” diye bahsedebilir misiniz...Sahi siz 14 yaşındaki bir kız çocuğunun bile sahip olduğu(!) ruhsal ve bedensel olgunluğa verdikleri kararlarla, yaptıkları işlerle, düşünceleriyle ulaşamamışlara nasıl hitap edersiniz...
Peki ya kendimize ne demeliyiz...Bir zamanlar her dile geldiğinde, getirildiğinde “ah, vah” deyip anında unutuverdiğimiz acılar, insanlık dışı davranışlar, saçma sapan kararlar artık kapı komşumuz olmuşken, hemen gözümüzün önünde yaşanıyorken, gözümüzü kapatsak kokusunu duyuyorken ve hala hiçbir şey yapmıyorken bizler ne kadar “adam”ız acaba...
Biz daha bir filmi eleştir(ebil)mek yerine, süslü püslü kelimelerle oluşturduğumuz altı boş cümleleri “ötekileştirmek” için, birimizi diğerimizden keskin sınırlarla ayırmak için kullanaduralım “adam”lık elden gidiyor arkadaşlar farkında mısınız....Altı gitgide boşalıyor “adam” kelimesinin, içi çürüyüp gidiyor, küfleniyor...Ve bizler bu halimizle utanmadan Atatürk’ün “insan”lığını tartışıyoruz. Yazık çok yazık...
Evet bunlar TDK’da yer alan tanımlar. Ama son günlerde yaşanan olayları düşündüğümde benim aklımın lügatında ne yazıkki “adam” kelimesinin karşısında hiçbir şey yazmıyor. Yok. Koca bir boşluk var sadece.
Nasıl olsun ki siz 78 yaşında 10 çocuk, 40 torun sahibi olup da 11 yaşındaki bir kız çocuğunu uluorta taciz edenlerden, namus kavramını ağızda sakızmışcasına kullanıp da kendi öz kızlarına gözünü kırpmadan tecavüz edenlerden, “gazeteci” sıfatı altında kendi düşünceleriyle bağdaşmayanlar hakkında gayet rahat bir şekilde “pornocu” yakıştırmalarında bulunabilenlerden “adam” diye bahsedebilir misiniz...Sahi siz 14 yaşındaki bir kız çocuğunun bile sahip olduğu(!) ruhsal ve bedensel olgunluğa verdikleri kararlarla, yaptıkları işlerle, düşünceleriyle ulaşamamışlara nasıl hitap edersiniz...
Peki ya kendimize ne demeliyiz...Bir zamanlar her dile geldiğinde, getirildiğinde “ah, vah” deyip anında unutuverdiğimiz acılar, insanlık dışı davranışlar, saçma sapan kararlar artık kapı komşumuz olmuşken, hemen gözümüzün önünde yaşanıyorken, gözümüzü kapatsak kokusunu duyuyorken ve hala hiçbir şey yapmıyorken bizler ne kadar “adam”ız acaba...
Biz daha bir filmi eleştir(ebil)mek yerine, süslü püslü kelimelerle oluşturduğumuz altı boş cümleleri “ötekileştirmek” için, birimizi diğerimizden keskin sınırlarla ayırmak için kullanaduralım “adam”lık elden gidiyor arkadaşlar farkında mısınız....Altı gitgide boşalıyor “adam” kelimesinin, içi çürüyüp gidiyor, küfleniyor...Ve bizler bu halimizle utanmadan Atatürk’ün “insan”lığını tartışıyoruz. Yazık çok yazık...
13 Kasım 2008 Perşembe
ARADAKİ 7 FARKI BULUN!
*Ankara’da bazıları çocuk olmak üzere 9 kıza tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklanan Devlet Opera ve Balesi sanatçısı Şahin Öğüt’ün 2001’de de yine aynı suçtan yakalandığı halde babasının emniyet müdürü olmasının etkisiyle gözaltına bile alınmadan yargılanıp beraat ettiği öne sürüldü. Tekrar yakalanmasında önemli bir rol oynayan davanın mağdurlarından F.O.’nun ifadesine göre ise; Ankara Ağır Ceza Mahkemesi kendisinin “bakire olmamasını” Öğüt’ün beraat gerekçelerinden biri olarak saydı.
*14 yaşındaki B.Ç.’ye cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle yargılanan ve 6 aydır cezaevinde bulunan Vakit gazatesi yazarı Hüseyin Üzmez, Adli Tıp’tan istenen ve 40 gün içersinde hazırlanıp gelen rapordaki, B.Ç’nin yaşananlardan dolayı bedensel ve ruhsal sağlığı anlamında herhangi bir sorunu olmadığı bilgisine dayanılarak serbest bırakıldı.
*İzmir’de 14 yaşındaki Sercan Bodruk’un okul dönüşü servis minibüsünün altında kalarak ölümüne sebep olmaktan 6 yıl hapis istemiyle yargılanan ve geçen duruşmada tahliye edilen sürücü Necati Özsoy, bilirkişi ve adli tıptan gelen 2 ayrı rapor sonucuna göre 8/2 kusurlu bulundu. Ölen Sercan Bodruk’un ise “asli” kusurlu ilan edildiği duruşma dosyadaki eksikliklerin giderilmesi için ertelendi.
*Aksaray’in İncesu Beldesinde 13 yaşındayken nikahsız olarak evlendirilip 14 yaşında anne olan A.Y’nin erken yaşta çocuk sahibi olmasına yönelik polisin açmış olduğu soruşturma devam ederken aynı hastanede aynı gün 15 yaşındaki N.C.’nin de doğum yaptığı öğrenildi.
*Digitürk’ün Süper Lig’deki maçların yasadışı olarak yayımlanmasından dolayı Diyarbakır 1.Sulh Ceza Mahkemesi’ne yaptığı şikayet başvurusu sonrasında Türk katılımcılarına kapatılan blogger ve blogspot uzantılı tüm blogların “eksik evrak” nedeniyle kapatma kararının yürütülmesi durduruldu.
Bunlar son günlerde yaşananlardan sadece bazıları. Şahin Öğüt davasının mağdurlarından F.O. tecavüz şikayetinde bulunmak için “bakire olması” gerekliliğini öğrenmiş midir, 14 yaşındaki B.Ç. sahip olduğu yaşından büyük “bedensel ve ruhsal olgunluğuna” daha neleri sığdıracaktır, kendi canı neredeyse hiçe sayılmış olan 14 yaşındaki Sercan’ın en azından organlarıyla hayat bulan 6 kişinin yaşamı bundan sonra önemsenecek midir, kendileri büyümeden bebek sahibi olan 13 yaşındaki A.Y. ile 15 yaşındaki N.C. çocuklarını vatana millete hayırlı birer evlat olarak yetiştirebilecekler midir, sık sık tekrarlanan “kapatılma” kararları bir gün sona erecek midir bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki bu birbirinden bağımsız gibi gözüken olayların temelinde, aslında benzer hatta aynı sorunlar yer almakta...
Sorunlar belli olduğuna göre peki ya çözümler nerede???
*14 yaşındaki B.Ç.’ye cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle yargılanan ve 6 aydır cezaevinde bulunan Vakit gazatesi yazarı Hüseyin Üzmez, Adli Tıp’tan istenen ve 40 gün içersinde hazırlanıp gelen rapordaki, B.Ç’nin yaşananlardan dolayı bedensel ve ruhsal sağlığı anlamında herhangi bir sorunu olmadığı bilgisine dayanılarak serbest bırakıldı.
*İzmir’de 14 yaşındaki Sercan Bodruk’un okul dönüşü servis minibüsünün altında kalarak ölümüne sebep olmaktan 6 yıl hapis istemiyle yargılanan ve geçen duruşmada tahliye edilen sürücü Necati Özsoy, bilirkişi ve adli tıptan gelen 2 ayrı rapor sonucuna göre 8/2 kusurlu bulundu. Ölen Sercan Bodruk’un ise “asli” kusurlu ilan edildiği duruşma dosyadaki eksikliklerin giderilmesi için ertelendi.
*Aksaray’in İncesu Beldesinde 13 yaşındayken nikahsız olarak evlendirilip 14 yaşında anne olan A.Y’nin erken yaşta çocuk sahibi olmasına yönelik polisin açmış olduğu soruşturma devam ederken aynı hastanede aynı gün 15 yaşındaki N.C.’nin de doğum yaptığı öğrenildi.
*Digitürk’ün Süper Lig’deki maçların yasadışı olarak yayımlanmasından dolayı Diyarbakır 1.Sulh Ceza Mahkemesi’ne yaptığı şikayet başvurusu sonrasında Türk katılımcılarına kapatılan blogger ve blogspot uzantılı tüm blogların “eksik evrak” nedeniyle kapatma kararının yürütülmesi durduruldu.
Bunlar son günlerde yaşananlardan sadece bazıları. Şahin Öğüt davasının mağdurlarından F.O. tecavüz şikayetinde bulunmak için “bakire olması” gerekliliğini öğrenmiş midir, 14 yaşındaki B.Ç. sahip olduğu yaşından büyük “bedensel ve ruhsal olgunluğuna” daha neleri sığdıracaktır, kendi canı neredeyse hiçe sayılmış olan 14 yaşındaki Sercan’ın en azından organlarıyla hayat bulan 6 kişinin yaşamı bundan sonra önemsenecek midir, kendileri büyümeden bebek sahibi olan 13 yaşındaki A.Y. ile 15 yaşındaki N.C. çocuklarını vatana millete hayırlı birer evlat olarak yetiştirebilecekler midir, sık sık tekrarlanan “kapatılma” kararları bir gün sona erecek midir bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki bu birbirinden bağımsız gibi gözüken olayların temelinde, aslında benzer hatta aynı sorunlar yer almakta...
Sorunlar belli olduğuna göre peki ya çözümler nerede???
5 Kasım 2008 Çarşamba
SANSÜRLENEN SADECE BLOGLARIMIZ MI?
Burası benim evim. Yaklaşık 3 ay olmuş taşınalı. Bir güzel yerleşmişim, emek vermişim,varolanların yerlerini değiştirip yeni yeni eşyalar yerleştirmişim, bir sürü misafir ağırlamışım, kimisinde bir kahve içimlik, kimisinde uzun sohbetler eşliğinde kendiminki gibi bir sürü eve misafir edilmişim. Yaşayıp gidiyorum işte böyle kendimce. Derken birgün evime geliyorum, anahtarımı kilide takıyorum ama dönmüyor. Kapı açılmıyor bir türlü. Pek beceriksizim ya bu konularda, söylene söylene birkaç kere daha deniyorum ama yok, her yer kapı duvar. Kendi evime giremiyorum. Sonra kapının altında bir zarf buluyorum. Ve içinde hiçbir açıklama olmadan “artık evime giremeyeceğim” yazıyor. Hiçbir şey anlamadığım için şaşkınlıkla sağa sola, arkadaşlarıma danışıyorum ve onlarında aynı durumdan muzdarip olduğunu öğreniyorum; kimse evine giremiyor. Sonradan “birkaç kişinin vermiş olduğu rahatsızlıktan ötürü” evlerimize alınmadığımız haberi ulaşıyor bizlere. Evet evet sadece “birkaç kişinin hatası” herkese mal ediliyor. Burada mantık nerede?
Kapının kilidini değiştirip, camı kırıp, arka bahçeden dolanıp evime tekrar girebilir, misafirlerimi, arkadaşlarımı bu şekilde konuk edebilirim. Ya da pılımı pırtımı toplayıp başka bir adrese taşınabilirim elbette. Bunlar olası çözümler. Ama çözüm dediğin bir sorun karşısında üretilmez mi? Burada bir sorun olduğu belli ama sorun ben değilsem, benden kaynaklanmıyorsa neden ben kendi evime girmek konusunda böylesine çözümler aramak zorunda bırakılıyorum ki...
Sahi bunun açıklaması nedir? Sadece okuduğumuz, yazdığımız, kendi kendimize karaladığımız, bununla yetinmeyip bu sayfaları “günce” kavramından çıkarıp da, fikirlerimizi, duygularımızı, anılarımızı, deneyimlerimizi paylaştığımız, kurulan bağlarla ve yapılan organizasyonlarla anadolu’da kız çocuklarımızı okuttuğumuz, İzmir’de diktiğimiz fidanlarla kendi adımızı verdiğimiz bir orman sahibi olduğumuz, hasta çocuğu için madden ve manen yapacak hiçbir şeyi kalmadığından son çare olarak bu sayfalar üzerinden bizden yardım eli isteyen bir babanın çığlığı olup yardım edebilmek amaçlı çırpındığımız blog sayfalarımız hangi nedenden ötürü ve hangi hakla karartılabilir? En doğal, en basit, en insani hakkımız olan “iletişim hakkımız” nasıl elimizden alınabilir?
Farkında mısınız sansürlenen, karartılan, elimizden alınan sadece blog sayfalarımız değil aslında, hayatımız ve hatta insanlığımız...Peki aydınlık için birşeyler yapmamız gerekmez mi???
***Yaklaşık 1 hafta sonra BLOGGER.COM üzerindeki kapatma kararının yürütülmesi durduruldu. Şu anda eskisi gibi bloglarımıza girebiliyoruz. Ne zamana kadar bilinmediği gibi internet üzerinde hala eksik kanun ve yanlış uygulamalar nedeniyle kapatılmış olan site ve yayınların varlığını da göz ardı etmemeli. İşte bu nedenle SERBEST YAZARLAR PLATFORMU haklarını savunmaya, taleplerini iletmeye ve demokratik çözümler aramaya yani kısaca yoluna kaldığı yerden aynen devam ediyor.
Kapının kilidini değiştirip, camı kırıp, arka bahçeden dolanıp evime tekrar girebilir, misafirlerimi, arkadaşlarımı bu şekilde konuk edebilirim. Ya da pılımı pırtımı toplayıp başka bir adrese taşınabilirim elbette. Bunlar olası çözümler. Ama çözüm dediğin bir sorun karşısında üretilmez mi? Burada bir sorun olduğu belli ama sorun ben değilsem, benden kaynaklanmıyorsa neden ben kendi evime girmek konusunda böylesine çözümler aramak zorunda bırakılıyorum ki...
Sahi bunun açıklaması nedir? Sadece okuduğumuz, yazdığımız, kendi kendimize karaladığımız, bununla yetinmeyip bu sayfaları “günce” kavramından çıkarıp da, fikirlerimizi, duygularımızı, anılarımızı, deneyimlerimizi paylaştığımız, kurulan bağlarla ve yapılan organizasyonlarla anadolu’da kız çocuklarımızı okuttuğumuz, İzmir’de diktiğimiz fidanlarla kendi adımızı verdiğimiz bir orman sahibi olduğumuz, hasta çocuğu için madden ve manen yapacak hiçbir şeyi kalmadığından son çare olarak bu sayfalar üzerinden bizden yardım eli isteyen bir babanın çığlığı olup yardım edebilmek amaçlı çırpındığımız blog sayfalarımız hangi nedenden ötürü ve hangi hakla karartılabilir? En doğal, en basit, en insani hakkımız olan “iletişim hakkımız” nasıl elimizden alınabilir?
Farkında mısınız sansürlenen, karartılan, elimizden alınan sadece blog sayfalarımız değil aslında, hayatımız ve hatta insanlığımız...Peki aydınlık için birşeyler yapmamız gerekmez mi???
***Yaklaşık 1 hafta sonra BLOGGER.COM üzerindeki kapatma kararının yürütülmesi durduruldu. Şu anda eskisi gibi bloglarımıza girebiliyoruz. Ne zamana kadar bilinmediği gibi internet üzerinde hala eksik kanun ve yanlış uygulamalar nedeniyle kapatılmış olan site ve yayınların varlığını da göz ardı etmemeli. İşte bu nedenle SERBEST YAZARLAR PLATFORMU haklarını savunmaya, taleplerini iletmeye ve demokratik çözümler aramaya yani kısaca yoluna kaldığı yerden aynen devam ediyor.
18 Ekim 2008 Cumartesi
GİTME VAKTİ
Susuyorsun. Bu seferki ne bir meziyet ne de erdem. Dile dökülmesi gereken o kadar çok kelime var ki şimdi, şu anda. Aklındaki ve yüreğindeki iyiye, güzele dair tüm sözcükler hırpalanmış ama olsun. Yaralarımızı sarabilir, eskilerinin yerini tutmasa da yeni kelimeler bulabiliriz belki. Hem her bitiş yeni bir başlangıç değil midir zaten? En azından denememiz lazım, biliyorsun.
Susuyorsun. Yakışmıyor oysa sana. Sessizlik çok fazla, gereksiz büyüyor etrafında. Huzursuz, tedirgin bir şey sinsice içinde kök salıyor, göremesen de iliklerine kadar hissediyorsun. İsimsiz bir savaş meydanındasın sanki şu anda, cephelerin farklı, süngülerin düşük. Her şey olup bitmiş bir anda, dağılmış, her cepheden bozguna uğramışsın, etrafın kırık dökük. Ne yengi var ortada ne de yenilgi. Savaş ganimetleri saçılmış ortalığa, paylaşılmayı bekliyor. Savaşları sevmezsin sen oysa, için kaldırmaz böyle şeyleri. Ama ucundan bir yerlerden tutunabilmek için hayata biraz da mücadele etmek gerek, görüyorsun. Hem senin savaşın bir başkasıyla değil aslında, kendi kendinle, anlamıyor musun? Tek bir sözünle sona erecek tüm bu yangın, bu düğüm çözülebilmek için senden gelecek tek bir sese muhtaç. Özgürlüğüne adım atman, yaşama yeniden sarılman sadece senin kuracağın cümlelere bakıyor. Birazcık umut et, birazcık cesaret göster sadece. Bir savaş tutsağı olmak inan sana hiç yakışmıyor.
Susuyorsun. Oysa görüyorsun sen de, uçurumun kenarında dolaşıyorsun yalın ayak. Aradaki boşluk o kadar sığ ki aslında, düşsen bile boğulmayacaksın, neden korkuyorsun? Bunun bir ilgisi yok zorlama ya da dayatmayla. Elini uzatanlara inat, duvarlar örüyorsun herkesle arana sessizlik tuğlalarınla. Gitgide ulaşılmaz, uzlaşılmaz oluyorsun. Duvarın kırık dökük çerçevelerle dolu oysa. Parçalanmışlıklar üzerine kurulu bir yaşanmışlık, kabullenilmiş bir kararsızlık sonrası ve çoktan can vermiş çocuk yanının üzerinde oynadığın ölümcül oyunlarla kendi resmini çiziyorsun. Her zamanki kaçışlarına sığınmayı seçiyorsun yine. Gözlerine bakmadığın bedenlerle sevişip, bedenlerini bilmediğin gözlere en doğru yalanlarını sunarak belki de binlerce çerçeveyi kırıp parçalıyorsun. Azalıyorsun günden güne. Tek bir iplik parçasıyla bağlı olduğun yaşam avuçlarından kayıp gidiyor. Uzanıp ta tutmuyorsun. Bir konuşsan oysa, bak nasıl kurulacak yaşamla arandaki köprü yine. İplerine çözülmez, kopmaz düğümler atılacak. Yıkılacak tüm duvarlar, kilitli kapılar açılacak sonuna dek. Çerçeveler değişecek, tozu alınacak tüm resimlerin, ve zamanın en güzel anlarına asılacak. Söz veriyorum sana, her şey daha güzel olacak, yoksa artık sözüme güvenmiyor musun?
Hadi silkelen artık, canlan kalk yerinden diyorum sana. Ölüm sessizliği yaşatma artık bana. Son ver tüm bu karmaşaya, yağıp sel ol ki bana sona ersin bu yangın. Tek başıma bırakma beni buralarda, ben sensiz yapamam, biliyorsun. Hadi artık alacaklarını al ve geride bırak tüm kalanları. Odaların, evlerin, sokakların hayatın üzerine çek vur kapıyı. Yeni odalar, evler, sokaklar, yeni bir hayat bekliyor bizi. Açılacak yeni kapılar var daha, vakit dar, gitmemiz lazım.
Susuyorsun. Yakışmıyor oysa sana. Sessizlik çok fazla, gereksiz büyüyor etrafında. Huzursuz, tedirgin bir şey sinsice içinde kök salıyor, göremesen de iliklerine kadar hissediyorsun. İsimsiz bir savaş meydanındasın sanki şu anda, cephelerin farklı, süngülerin düşük. Her şey olup bitmiş bir anda, dağılmış, her cepheden bozguna uğramışsın, etrafın kırık dökük. Ne yengi var ortada ne de yenilgi. Savaş ganimetleri saçılmış ortalığa, paylaşılmayı bekliyor. Savaşları sevmezsin sen oysa, için kaldırmaz böyle şeyleri. Ama ucundan bir yerlerden tutunabilmek için hayata biraz da mücadele etmek gerek, görüyorsun. Hem senin savaşın bir başkasıyla değil aslında, kendi kendinle, anlamıyor musun? Tek bir sözünle sona erecek tüm bu yangın, bu düğüm çözülebilmek için senden gelecek tek bir sese muhtaç. Özgürlüğüne adım atman, yaşama yeniden sarılman sadece senin kuracağın cümlelere bakıyor. Birazcık umut et, birazcık cesaret göster sadece. Bir savaş tutsağı olmak inan sana hiç yakışmıyor.
Susuyorsun. Oysa görüyorsun sen de, uçurumun kenarında dolaşıyorsun yalın ayak. Aradaki boşluk o kadar sığ ki aslında, düşsen bile boğulmayacaksın, neden korkuyorsun? Bunun bir ilgisi yok zorlama ya da dayatmayla. Elini uzatanlara inat, duvarlar örüyorsun herkesle arana sessizlik tuğlalarınla. Gitgide ulaşılmaz, uzlaşılmaz oluyorsun. Duvarın kırık dökük çerçevelerle dolu oysa. Parçalanmışlıklar üzerine kurulu bir yaşanmışlık, kabullenilmiş bir kararsızlık sonrası ve çoktan can vermiş çocuk yanının üzerinde oynadığın ölümcül oyunlarla kendi resmini çiziyorsun. Her zamanki kaçışlarına sığınmayı seçiyorsun yine. Gözlerine bakmadığın bedenlerle sevişip, bedenlerini bilmediğin gözlere en doğru yalanlarını sunarak belki de binlerce çerçeveyi kırıp parçalıyorsun. Azalıyorsun günden güne. Tek bir iplik parçasıyla bağlı olduğun yaşam avuçlarından kayıp gidiyor. Uzanıp ta tutmuyorsun. Bir konuşsan oysa, bak nasıl kurulacak yaşamla arandaki köprü yine. İplerine çözülmez, kopmaz düğümler atılacak. Yıkılacak tüm duvarlar, kilitli kapılar açılacak sonuna dek. Çerçeveler değişecek, tozu alınacak tüm resimlerin, ve zamanın en güzel anlarına asılacak. Söz veriyorum sana, her şey daha güzel olacak, yoksa artık sözüme güvenmiyor musun?
Hadi silkelen artık, canlan kalk yerinden diyorum sana. Ölüm sessizliği yaşatma artık bana. Son ver tüm bu karmaşaya, yağıp sel ol ki bana sona ersin bu yangın. Tek başıma bırakma beni buralarda, ben sensiz yapamam, biliyorsun. Hadi artık alacaklarını al ve geride bırak tüm kalanları. Odaların, evlerin, sokakların hayatın üzerine çek vur kapıyı. Yeni odalar, evler, sokaklar, yeni bir hayat bekliyor bizi. Açılacak yeni kapılar var daha, vakit dar, gitmemiz lazım.
23 Eylül 2008 Salı
BEN "İNSAN"IM...
Ben "insan"ım. Yaşımın, işimin, yaşadığım coğrafyanın, kimlik rengimin hiçbir önemi yok. Hatta adımın bile... Ben sadece bir "insan"ım. Aklımın alabildiği, beş duyu organımın hissedebildiği ve yüreğimin olabildiği kadar insan...
Kem gözlerin ve kem sözlerin hüküm sürdüğü bu akılalmaz zamanlarda, söz söyleme cesaretini gösterip, söyleyebilecek söz bulamayan veya sözü olamayanların çirkince susturduğu nice sayısız isimden biriyim bende... Hem Hırant Dink'im hem de bir o kadar Uğur Mumcu...
Hem sokaktaki yaşam savaşında, hayata kendince tutunmaya çalışan tinerci çocuğum ben, hem de dünyanın herhangi bir yerinde açlık sınırına, sınırlar ötesi dayanma gücüyle karşı koymaya çalışan binlercesinden biri... Hem bir köşede, oyuncak diye eline tutuşturulan kurşunlarla akıllara zarar oyunların en ağırını ödemekteyim küçücük bedenimle, hem de başka bir toprak parçasının üzerinde annemin reva görüldüğü en ağır işkenceleri kaydetmekteyim güzel gözlerimle silinmemecesine belleğime...
Utanılacak hiçbir şey yapmadığı halde adı tam olarak yazılmayan F.T'yim ben, namus kisvesi altında töreye peşkeş çekilmiş, ve A.Ö'yüm; aynı zihniyetin insani tanımlaması olmayan davranışlarına maruz kalarak daha 16 yaşında anne belletilmiş...
Herkesim ben... kadın, erkek, çocuk, siyah, beyaz, ermeni, türk, yahudi, müslüman farketmez. Herkesi ve herşeyi görebildiğim, duyabildiğim, hissedebildiğim kadar herkes... Her türlü insanlık dışı söze, davranışa, harekete şiddetle karşı çıkabildiğim, tepki verebildiğim avazım çıktığı kadar karşı koyabildiğim kadar insan...
Adım Özlem ve öncelikle "insan"ım ben. Cinsiyetim, yaşım, rengim, dilim, ırkım hepsi sonra gelir...İnsanca olan, insana yakışan her sözü, davranışı, hareketi başımın üzerinde taşır, iyi ve güzel bellerim. Önünde saygıyla eğilirim...
Beni böyle kabul eden, duyan, gören, dinleyen, hisseden beri gelsin...
Kem gözlerin ve kem sözlerin hüküm sürdüğü bu akılalmaz zamanlarda, söz söyleme cesaretini gösterip, söyleyebilecek söz bulamayan veya sözü olamayanların çirkince susturduğu nice sayısız isimden biriyim bende... Hem Hırant Dink'im hem de bir o kadar Uğur Mumcu...
Hem sokaktaki yaşam savaşında, hayata kendince tutunmaya çalışan tinerci çocuğum ben, hem de dünyanın herhangi bir yerinde açlık sınırına, sınırlar ötesi dayanma gücüyle karşı koymaya çalışan binlercesinden biri... Hem bir köşede, oyuncak diye eline tutuşturulan kurşunlarla akıllara zarar oyunların en ağırını ödemekteyim küçücük bedenimle, hem de başka bir toprak parçasının üzerinde annemin reva görüldüğü en ağır işkenceleri kaydetmekteyim güzel gözlerimle silinmemecesine belleğime...
Utanılacak hiçbir şey yapmadığı halde adı tam olarak yazılmayan F.T'yim ben, namus kisvesi altında töreye peşkeş çekilmiş, ve A.Ö'yüm; aynı zihniyetin insani tanımlaması olmayan davranışlarına maruz kalarak daha 16 yaşında anne belletilmiş...
Herkesim ben... kadın, erkek, çocuk, siyah, beyaz, ermeni, türk, yahudi, müslüman farketmez. Herkesi ve herşeyi görebildiğim, duyabildiğim, hissedebildiğim kadar herkes... Her türlü insanlık dışı söze, davranışa, harekete şiddetle karşı çıkabildiğim, tepki verebildiğim avazım çıktığı kadar karşı koyabildiğim kadar insan...
Adım Özlem ve öncelikle "insan"ım ben. Cinsiyetim, yaşım, rengim, dilim, ırkım hepsi sonra gelir...İnsanca olan, insana yakışan her sözü, davranışı, hareketi başımın üzerinde taşır, iyi ve güzel bellerim. Önünde saygıyla eğilirim...
Beni böyle kabul eden, duyan, gören, dinleyen, hisseden beri gelsin...
9 Eylül 2008 Salı
ÜZGÜN ABLA :((
Ben artık sinirli değil üzgün bir ablayım sanırım. Alaaddin olmadan buraya yazmak hiç içimden gelmiyor artık :((
2 Eylül 2008 Salı
MÜZİK YA DA GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİ...
Teknolojiyle pek fazla haşır neşir değilimdir. Kendisinden tabiki hoşlanırım ama aramızda tutku dolu vazgeçilmez bir bağ yok ve asla da olmadı. Gündelik yaşama dair -olmazsa olmaz- araç ve gereçlerin benim elime, keyfime, zevkime uygun olmaları ve işimi görmeleri hep yeterli olmuştur benim için. Üst modellere ve daha da ötesi kavramlara dair ilgim ve bilgim olmamıştır ne yazık ki. Hatta böylesi muhabbetlerde kendimi üvey evlet hissedecek kadar uzak kalmışımdır günümüz teknolojisine...
Evimin ve işyerimin ayrı yakalarda olmasından dolayı haftanın 6 günü ve her günün yaklaşık 4-5 saatini toplu taşıma araçlarında geçiren biri olarak teknolojinin toplu taşıma araçlarına yansıma biçim ve oranıyla ilgili ister istemez bilgi sahibi olmaktayım. Sanırım son dönemlerde bu anlamdaki en kayda değer değişme, -otobüste kitap okuma- trendinin yerini -ipod veya cep telefonuyla müzik dinleme-nin almış olması. Hala benim gibi ısrarla kitap okuyanlar olsa da, bu sayı günden güne azalmakta ve neredeyse bir elin beş parmağını geçmemekte ne yazık ki. Bu konuda yorum yapmak ne kadar doğru olur bilmiyorum aslında. Sonuç olarak bu bir tercih meselesi ve kimseye kitap okumak yerine neden müzik dinliyorsun deme hakkına sahip değilim. Hem her an her yerde müzik dinleyebilme özelliği ile her an her yerde kitap okuyabilme özelliği de tamamen farklı şeylerdir. Kitap biraz da yapısı gereği daha sessiz, rahat, uzun ve kesintisiz zaman dilimlerini tercih eder okunmak ve hazmedilmek için...Ve tabi ki herkesin benim gibi kitap okurken kendini kaybedip, dış dünyayla bağlarını koparma özelliğine sahip olmasını bekleyemem. Sırf bu yüzden kaçırdığım durakların, söylendiğim şoförlerin, yediğim azarların haddi hesabı da yoktur. Eee diyecek birşey yok tabi ki, ne de olsa bu da benim tercihim...:))
Ipod ve benzerleri, kullanım hatası sonucu sağır yapmak, dikkat dağıtmak vb yan etkilere sahip olsa da, bitmek bilmeyen yol ve trafik sıkıntısını bir nebze azaltan bir araç aslında. Bir adı -eziyet- olan İstanbul trafiğine kısmen neşe ve eğlence katan bir faktör, bir nevi zamandan tasarruf...Bu nedenden ötürü de, hem kullanıcı sayısı gün ve gün artmakta hem de kullanan profili büyük bir çeşitlilik göstermekte. En son geçen hafta 70 yaşlarında ak saçlı, nur yüzlü bir dedenin kulağında ipod vardı mesela :))
Fakat hemen hemen her konuda olduğu gibi bunda da yazık ki sınırlarımızı zorlamaktayız. Her gün ev-iş arası mekik dokurken, kendi ipod'um olmadığı halde, olanlar sayesinde Serdar Ortaç'tan Metallica'ya kadar binbir çeşitte şarkıcı ve grup dinlemekten gerçekten sıkıldım ve yoruldum. Kulaklık bireysel bir aksesuardır ve kişi kendi şahsına yönelik kullanır. Ama son dönemlerde, kendi şahsi kulaklıklarını bir radyo istayonu gibi kullanıp yayın yapan ve çevresindeki herkesi bu yayını dinleme mecburiyetinde bırakan kişi sayısında müthiş bir artış var ne yazık ki. Hele ki toplu taşıma araçlarında metrekareye düşen insan sayısını göz önüne aldığımızda kulak başına düşen -fm- sayısı da oldukça fazla olmakta...
Dediğim gibi herkesin tercihi kendinedir. Müzik dinlemek isteyen, istediği yerde ve şekilde müziğini dinler. Kimin hangi tarz müziği dinleyip hangi sanatçıyı sevdiğine karışamam. Serdar Ortaç dinleyene de, Metallica'yı sevene de bana uymasa bile, laf edemem. Saygı duyarım. Duymam gerekir. Ama müzik dinlemek ve gürültü kirliliği yapmak farklı şeylerdir. Müzik dinlemek yerine gürültü kirliliği yapmaya, ve bu kirliliğe beni maruz bırakmaya da kimsenin hakkı yoktur. İşte bu konuda da ben saygı beklerim.
Lütfen sınırlarımızı bilirken ve çizerken biraz daha dikkat edelim. Hem de her konuda...
Evimin ve işyerimin ayrı yakalarda olmasından dolayı haftanın 6 günü ve her günün yaklaşık 4-5 saatini toplu taşıma araçlarında geçiren biri olarak teknolojinin toplu taşıma araçlarına yansıma biçim ve oranıyla ilgili ister istemez bilgi sahibi olmaktayım. Sanırım son dönemlerde bu anlamdaki en kayda değer değişme, -otobüste kitap okuma- trendinin yerini -ipod veya cep telefonuyla müzik dinleme-nin almış olması. Hala benim gibi ısrarla kitap okuyanlar olsa da, bu sayı günden güne azalmakta ve neredeyse bir elin beş parmağını geçmemekte ne yazık ki. Bu konuda yorum yapmak ne kadar doğru olur bilmiyorum aslında. Sonuç olarak bu bir tercih meselesi ve kimseye kitap okumak yerine neden müzik dinliyorsun deme hakkına sahip değilim. Hem her an her yerde müzik dinleyebilme özelliği ile her an her yerde kitap okuyabilme özelliği de tamamen farklı şeylerdir. Kitap biraz da yapısı gereği daha sessiz, rahat, uzun ve kesintisiz zaman dilimlerini tercih eder okunmak ve hazmedilmek için...Ve tabi ki herkesin benim gibi kitap okurken kendini kaybedip, dış dünyayla bağlarını koparma özelliğine sahip olmasını bekleyemem. Sırf bu yüzden kaçırdığım durakların, söylendiğim şoförlerin, yediğim azarların haddi hesabı da yoktur. Eee diyecek birşey yok tabi ki, ne de olsa bu da benim tercihim...:))
Ipod ve benzerleri, kullanım hatası sonucu sağır yapmak, dikkat dağıtmak vb yan etkilere sahip olsa da, bitmek bilmeyen yol ve trafik sıkıntısını bir nebze azaltan bir araç aslında. Bir adı -eziyet- olan İstanbul trafiğine kısmen neşe ve eğlence katan bir faktör, bir nevi zamandan tasarruf...Bu nedenden ötürü de, hem kullanıcı sayısı gün ve gün artmakta hem de kullanan profili büyük bir çeşitlilik göstermekte. En son geçen hafta 70 yaşlarında ak saçlı, nur yüzlü bir dedenin kulağında ipod vardı mesela :))
Fakat hemen hemen her konuda olduğu gibi bunda da yazık ki sınırlarımızı zorlamaktayız. Her gün ev-iş arası mekik dokurken, kendi ipod'um olmadığı halde, olanlar sayesinde Serdar Ortaç'tan Metallica'ya kadar binbir çeşitte şarkıcı ve grup dinlemekten gerçekten sıkıldım ve yoruldum. Kulaklık bireysel bir aksesuardır ve kişi kendi şahsına yönelik kullanır. Ama son dönemlerde, kendi şahsi kulaklıklarını bir radyo istayonu gibi kullanıp yayın yapan ve çevresindeki herkesi bu yayını dinleme mecburiyetinde bırakan kişi sayısında müthiş bir artış var ne yazık ki. Hele ki toplu taşıma araçlarında metrekareye düşen insan sayısını göz önüne aldığımızda kulak başına düşen -fm- sayısı da oldukça fazla olmakta...
Dediğim gibi herkesin tercihi kendinedir. Müzik dinlemek isteyen, istediği yerde ve şekilde müziğini dinler. Kimin hangi tarz müziği dinleyip hangi sanatçıyı sevdiğine karışamam. Serdar Ortaç dinleyene de, Metallica'yı sevene de bana uymasa bile, laf edemem. Saygı duyarım. Duymam gerekir. Ama müzik dinlemek ve gürültü kirliliği yapmak farklı şeylerdir. Müzik dinlemek yerine gürültü kirliliği yapmaya, ve bu kirliliğe beni maruz bırakmaya da kimsenin hakkı yoktur. İşte bu konuda da ben saygı beklerim.
Lütfen sınırlarımızı bilirken ve çizerken biraz daha dikkat edelim. Hem de her konuda...
28 Ağustos 2008 Perşembe
SANAL KISMET AÇMA ZİNCİRİ(YMİŞ)
"Sanal kısmet açma zincirine hoş geldiniz!!!!!!!!
Öyle birini bulunki ;Size içten bir şekilde güzel olduğunuzu söyleyen;Telefonu suratınıza kapadığınızda sizi geri arayan ; Sizin uykuya dalmanızı seyretmek için uyumayan;Sizi alnınızdan öpen; Size en zor anlarınızda,sizi bulutların üstünde çıkarmak isteyen; Arkadaşlarının önünde elini tutan; Öyle birini bekleyin ki; Size durmadan size sahip olduğu için kendini şanslı saydığını veya ne kadar önemsediğini hatırlatan; Arkadaşlarıma dönüp 'aradığım o.....' diyen.....Eğer bunu açtıysanız bunu geri yollamalısınız yoksa hayatınız boyunca kötü Şansa mahkum olacaksınız.Bu geceyarısı gerçek aşkınız sizi farkedecek.....Yarın 1:42 civarı başınıza güzel birşey gelecek; bu heryerde olabilir.Yani hayatınızın en büyük şokuna hazır olun.Eğer bu zinciri kırarsanız, hayatınızın en önemli döneminde aşkınızla ilişkinizde problemler çıkmak üzere lanetleneceksiniz.Bu zinciri sürdürebilmek için 15 dakika içinde 15 kişiye yollayın. "
Az önce mailbox'ıma bir arkadaşım tarafından durumun vehametini göstermek niyetiyle yollanan bir mail bu. Bu tarz zincir modelli mailler hepimizin mailbox'ını en az bir kez ziyaret etmiştir buna eminim. Ama bu seferki gerçekten özellikle konusuyla beni çok ama çok sinirlendirdi. Sahi bu nedir arkadaşlar? Biz napıyoruz, her şey bitti de, hiç uğraşacak işimiz gücümüz yok da bunlarla mı vakit kaybediyoruz? Yoksa biri bizle ciddi anlamda dalga mı geçiyor, biri bana anlatabilir mi???
Not: Ha bu arada bu maili saadet zincirine uymayarak kimseye yollamadığım gibi bir de üstüne üstlük burada yazma ve eleştirme gafletinde bulundum. Sanırım bundan sonra ben lanetlenip evde kaldım :((
Öyle birini bulunki ;Size içten bir şekilde güzel olduğunuzu söyleyen;Telefonu suratınıza kapadığınızda sizi geri arayan ; Sizin uykuya dalmanızı seyretmek için uyumayan;Sizi alnınızdan öpen; Size en zor anlarınızda,sizi bulutların üstünde çıkarmak isteyen; Arkadaşlarının önünde elini tutan; Öyle birini bekleyin ki; Size durmadan size sahip olduğu için kendini şanslı saydığını veya ne kadar önemsediğini hatırlatan; Arkadaşlarıma dönüp 'aradığım o.....' diyen.....Eğer bunu açtıysanız bunu geri yollamalısınız yoksa hayatınız boyunca kötü Şansa mahkum olacaksınız.Bu geceyarısı gerçek aşkınız sizi farkedecek.....Yarın 1:42 civarı başınıza güzel birşey gelecek; bu heryerde olabilir.Yani hayatınızın en büyük şokuna hazır olun.Eğer bu zinciri kırarsanız, hayatınızın en önemli döneminde aşkınızla ilişkinizde problemler çıkmak üzere lanetleneceksiniz.Bu zinciri sürdürebilmek için 15 dakika içinde 15 kişiye yollayın. "
Az önce mailbox'ıma bir arkadaşım tarafından durumun vehametini göstermek niyetiyle yollanan bir mail bu. Bu tarz zincir modelli mailler hepimizin mailbox'ını en az bir kez ziyaret etmiştir buna eminim. Ama bu seferki gerçekten özellikle konusuyla beni çok ama çok sinirlendirdi. Sahi bu nedir arkadaşlar? Biz napıyoruz, her şey bitti de, hiç uğraşacak işimiz gücümüz yok da bunlarla mı vakit kaybediyoruz? Yoksa biri bizle ciddi anlamda dalga mı geçiyor, biri bana anlatabilir mi???
Not: Ha bu arada bu maili saadet zincirine uymayarak kimseye yollamadığım gibi bir de üstüne üstlük burada yazma ve eleştirme gafletinde bulundum. Sanırım bundan sonra ben lanetlenip evde kaldım :((
Etiketler:
beenmaya,
kırmızı günlük,
saçma mailler,
zaman kaybı,
zincir mailler
12 Ağustos 2008 Salı
BOŞLUK DOLDURMACA
İngilizce dersini pek sevmezdim, yalan yok. Zorunlu olarak okutulduğu için mi (zorla yaptırılan hiçbir şeyden hazzedilmez ne de olsa), sanki türkçesini bir çırpıda çözüvermişim gibi matematikle fen dersinin de İngilizce olarak okutulmasından mı, kendi dilime daha doğru dürüst hakim değilken neredeyse Türkçe dersi kadar, hatta daha bile fazla, İngilizce dersinin olmasından mı bilmiyorum, belki de hepsinden bir parça vardı bu sev(e)memenin içeriğinde. Hele “fiil in the blanks” denen boşluk doldurma olayı vardı ki, hani yazılıların vazgeçilmez ve de en fazla puan getiren bölümlerinden biriydi ve hatta İngilizce seviyen bir süre sonra bu boşlukları ne kadar doğru kelimeyle ve ne hızda doldurduğunla ölçülüyor olurdu, işte kendimi o nokta nokta ile gösterilen boşlukları doldururken hep, tam tersi eksiliyormuş gibi hissederdim. Sahi neden ben, bana ait olmayan, benden çıkmayan, anlamını bile çoğu zaman tam olarak kavrayamadığım bir kelimeler topluluğunda “tamamlayan” olmak zorundaydım ki...
Bugünlerde sık sık o zamanlara geri dönmüş gibi hissediyorum kendimi. İşyerinde, evde, arkadaşlarımın arasında, yaşamaya çalıştığım bu hayatın içinde, yaşamayı düşlediğim diğer hayatın peşinde “fiil in the blanks”lerin o nokta nokta kısımlarına, ama doğru ama yanlış yazılmış kelimeler gibiyim. Kimi zaman gizli bile ol(a)mayan bir özne, bazen zamanı belirsiz bir yüklem ya da bir anda kimi neye bağladığı meçhul bir bağlaç oluveriyorum ve hep birilerini, bir şeyleri, bir yerleri, eksik kalan cümleleri, yarım bırakılan işleri tamamlayıp, hep birinin, bir şeyin, bir yerin, bir cümlenin, bir işin doğrusunu sağlamaya çalışıyorum.
Kendi hayatımı yaşamaktan ziyade, başka hayatların telafisi gibiyim. Sanki hayat denen yap-boz oyununda eksik olan tek parça benim elimdeymiş gibi, sürekli başka yaşamları tamamlamam, açıklarını kapatmam, eksiklerini gidermem, söylenmeyenleri söylemem bekleniyor benden. Kafamdaki her bir düşüncenin, yapacağım her bir hareketin, ağzımdan çıkacak herhangi bir kelimenin bile, sanki benimle hiçbir ilgisi yokmuşcasına, bana ait değilmişcesine, dolduracağı, ekleneceği, tamamlayacağı bir başka yer çoktan hazırmış da o düşünce sadece beynimde doğmayı, o hareket organlarımca tanımlanmayı ve o kelime sadece ağzımdan çıkmayı bekliyor.
Oysa ben daha kendi hayatımı tanıyamadan, zaman o telaşlı elleriyle kendimle arama her gün aşılması biraz daha zorlaşan bir set koyuyor. Ve ben birilerini, bir şeyleri, bir yerleri tamamlamaya çalışırken, gitgide kendimden uzaklaşıyorum. Yavaş yavaş eksildiğimi hissediyorum, kendimden parçalar kaybediyorum her seferinde, içimdeki boşluk gitgide büyüyor. Kendi hayatıma geç kalıyorum göz göre göre ve zaman ellerimden kayıp gidiyor.
Ne yapmam gerek bilmiyorum. Aslında bilmediğim o kadar çok şey var ki. Oysa hatırlıyorum da, tam olarak bilmesem de, sevmesem ve kendimi hep eksilmiş hissetsem de, okul zamanlarında “fiil in the blanks”lerden hep geçer not alırdım. Geçen onca zamana rağmen elimde kalanlarla tekrar niyetlensem, kendi hayatıma sahip çıkmayı denesem tekrar, içimde ne var ne yok şöyle bir silkelensem...
Hayat da bir okul derler ya hani, sevmesem bile İngilizceyi, kırık notlarıma inat, sahi benim içimdeki boşlukları da doldurur mu şimdi...
Bugünlerde sık sık o zamanlara geri dönmüş gibi hissediyorum kendimi. İşyerinde, evde, arkadaşlarımın arasında, yaşamaya çalıştığım bu hayatın içinde, yaşamayı düşlediğim diğer hayatın peşinde “fiil in the blanks”lerin o nokta nokta kısımlarına, ama doğru ama yanlış yazılmış kelimeler gibiyim. Kimi zaman gizli bile ol(a)mayan bir özne, bazen zamanı belirsiz bir yüklem ya da bir anda kimi neye bağladığı meçhul bir bağlaç oluveriyorum ve hep birilerini, bir şeyleri, bir yerleri, eksik kalan cümleleri, yarım bırakılan işleri tamamlayıp, hep birinin, bir şeyin, bir yerin, bir cümlenin, bir işin doğrusunu sağlamaya çalışıyorum.
Kendi hayatımı yaşamaktan ziyade, başka hayatların telafisi gibiyim. Sanki hayat denen yap-boz oyununda eksik olan tek parça benim elimdeymiş gibi, sürekli başka yaşamları tamamlamam, açıklarını kapatmam, eksiklerini gidermem, söylenmeyenleri söylemem bekleniyor benden. Kafamdaki her bir düşüncenin, yapacağım her bir hareketin, ağzımdan çıkacak herhangi bir kelimenin bile, sanki benimle hiçbir ilgisi yokmuşcasına, bana ait değilmişcesine, dolduracağı, ekleneceği, tamamlayacağı bir başka yer çoktan hazırmış da o düşünce sadece beynimde doğmayı, o hareket organlarımca tanımlanmayı ve o kelime sadece ağzımdan çıkmayı bekliyor.
Oysa ben daha kendi hayatımı tanıyamadan, zaman o telaşlı elleriyle kendimle arama her gün aşılması biraz daha zorlaşan bir set koyuyor. Ve ben birilerini, bir şeyleri, bir yerleri tamamlamaya çalışırken, gitgide kendimden uzaklaşıyorum. Yavaş yavaş eksildiğimi hissediyorum, kendimden parçalar kaybediyorum her seferinde, içimdeki boşluk gitgide büyüyor. Kendi hayatıma geç kalıyorum göz göre göre ve zaman ellerimden kayıp gidiyor.
Ne yapmam gerek bilmiyorum. Aslında bilmediğim o kadar çok şey var ki. Oysa hatırlıyorum da, tam olarak bilmesem de, sevmesem ve kendimi hep eksilmiş hissetsem de, okul zamanlarında “fiil in the blanks”lerden hep geçer not alırdım. Geçen onca zamana rağmen elimde kalanlarla tekrar niyetlensem, kendi hayatıma sahip çıkmayı denesem tekrar, içimde ne var ne yok şöyle bir silkelensem...
Hayat da bir okul derler ya hani, sevmesem bile İngilizceyi, kırık notlarıma inat, sahi benim içimdeki boşlukları da doldurur mu şimdi...
Etiketler:
beenmaya,
boşluk doldurma,
hayat,
kırmızı günlük,
tamamlayan,
yaşam,
Zaman
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)