31 Aralık 2008 Çarşamba

Mutlu Seneler

Klasik olduğu için, tüm insanlar birbirine;

"Mutlu Seneler, Mutlu yıllar, iyi yıllar" derler. Tabiki en iyi şeyleri dilemek insanlığın bir gereği! Ama dünya ve yaşam iylik üzerine inşa edilmiş bir yer değil! Onun için;

Mutluluğu yakalamaya çalıştığınız bir sene olsun,
Mücadeleyi bırakmayacağınız bir sene olsun,
Herşey kötü bile gitse asla pes etmeyeceğiniz bir sene olsun.

İnsanlar senede bir gün çok seviniyorlar, hani yeni bir yıl geliyor diye! Yeni bir yılın geldiği falan yok, aksine eskiye dair ne varsa silinip gidiyor. Aslında insan hergün kutlama yapmalı. Yataktan kalkınca, uyandığında "Hala yaşıyorum, ailemi, çocuklarımı, eşimi, sevgilimi, bilgisayarımı, havayı, suyu hala görebileceğim" diyerek şükretmeli ve sevinmeli. Yaşadığımız her an çok değerli...

Zamanın zerresini bile titizlikle harcamanız dileklerimle. Tüm ablalarımın yeni yılı kutlu olsun. Abilerimin ve blog yazarlarının, dünyadaki tüm insanların...Sevgi ve saygılarımla.

15 Aralık 2008 Pazartesi

GÜN SONU RAPORU

“Gün sonu alıyorum” dedim. “Ne alıyorsun diye şaşkın bir sesle sordu, anlamadı tabi haklı olarak. Telefonun çalıyor, açıyorsun ve “efendim” diyorsun. Arayan kişi sana selamsız sabahsız, açıklamasız “gün sonu alıyorum” diyor birden. Aslında arayan kişi sana demiyor onu, o sırada kendisine ne yaptığını soran Meltem’e (iş arkadaşı) söylüyor. Fakat bir yandan seni arıyorken -telefonu bu kadar çabuk açacağını beklemiyor elbet- bir yandan da arkadaşına laf yetiştiriyor. Derken sen aniden açıyorsun telefonu ve karşından bir ses “gün sonu alıyorum” diyor sana. Ben olsam ben de şaşırırım tabi...

Neyse, “gün sonu alıyorum” dedim ben tekrar ona. Ve küçük bir açıklamayı hakettiğini düşünerek, küçük de bir açıklama yaptım. Yani işin en basit anlatımıyla “çeşitli bankalara ait pos makinalarından gün boyunca yaptığım bütün işlemleri ayrıntılarıyla gösteren işlem raporlarını alıyorum” dedim. Kırk yıldır tanışıyor değildik hatta yıl bile uygun bir zaman kavramı değildi tanışıklığımıza dair, ama biz kırk yıldır tanışıyormuş gibi, gerçekten günün sonunu getiren bir konuşma, gülüşme ve vedalaşma aşamalarını gerçekleştirip anlamsız başlayan ama anlamlı biten (en azından benim için) telefon konuşmamıza son noktayı koyduk. Yerimden kalktığımda en azından kırk yıldır tanıştığım çoğu insandan beni daha fazla anladığına emindim.

Elimde evraklarım muhasebenin yolunu tutmuşken bir yandan da kendi kendime konuşuyordum çoğu zaman yaptığım gibi. Kendi gün sonumu da alsam nasıl olur acaba diye düşünmeye başladım birden. Bedensel ve zihinsel faaliyetlerim için her gün “gün sonu” yapsam mesela. Duygusal, zihinsel, fiziksel raporlarımı sırasıyla akıl ve yüreğimden alsam. Sonra vicdanıma sunsam, “al işte bugünde böyle geçti bak bakalım ne var ne yok” diye. Eksik mi kalmışım çoğu zaman olduğu gibi yoksa fazlalığım var mı bir sonraki güne kalan. Ya da ucu ucuna eşitlemiş miyim bugünümü, ne karda ne zararda, ortalarda bir yerlerde yaşayıp gitmiş, tüketmiş miyim. Yarına ne bırakmışım, ne taşımışım bugünden. Yarından yana neye ümitlenmişim, heveslenmişim. Bak bakalım ne katmışım kendi ellerimle kendi yaşamıma, ve neleri atmış, azaltmışım kendimden. Hadi kendime olmadı diyelim, bir başka yaşama bir yararım dokunmuş mu acaba, kendim için olmasa bile bir başkası için iyi bir şey yapmış mıyım. Yoksa suya sabuna dokunmadan bir günü daha yırtıp atmış mıyım ömür denen bu sayfaları hızla tükenen takvimden...

Tüm bu ve benzeri soruların cevaplarından oluşan uzun bir rapor sunsa bana vicdanım. Sonra ben o raporu okuyup, üzerinde iyi kötü düşünüp, artık “dün” olan bugünden alacağımı alıp, yarına doğru devam etsem. “Gün başı” yapsam yeni bir gün için mesela. Sil baştan, yine, yeni ve yeniden başlasam....Olur mu acaba. Neden olmasın ki. Gerçi bu soruların çoğunu zaten gün içinde sormuyor muyuz kendi kendimize. Yada geceleri tekbaşınalığımızı bu cevabı çoğu zaman bilinmeyen, bilinse bile nedense tam olarak verilemeyen sorularla boğup durmuyor muyuz. Sonra da sırf bu soruların ağırlığından kurtulmak için belki de, uykunun o sıcacık kollarına sığınıp da kaçmıyor muyuz kendimizden...Belki de bu cevapları erteleyerek aslında bütün bir yaşamımızı ertelemiş olmuyor muyuz. Ve her seferinde biraz daha eksik yaşamıyor muyuz hayatı olması gerektiğinden...

Telaşla çıktım muhasebeden. Yok yok vazgeçtim ben bu işten diye söylendim kendi kendime. Ucu bucağı gözükmeyen upuzun bir raporu düşünmesi bile yormuştu beni. Yok yok böylesi daha iyi. Ben kendi kendime hallederim duygularımı, düşüncelerimi, yaptıklarımı, yapacaklarımı, kendime dair ne varsa hepsini...İşleme, rapora, işin içine rakamların girmesine ne gerek var. Hem ben oldum olası matematiği de hiç sevmem...Bırakmalı, akıp gitmeli hayat bir su gibi ellerimden. Ben avucumda kalan su damlalarının değerini, o serinliği hissedeyim yeter...
“Ne oldu ne bu suratının hali” diye sordu Meltem. Topladım pılımı pırtımı, “yok birşey” dedim, “işim bitti, çıkıyorum ben. Gün sonlarını muhasebeye teslim ettim.”

1 Aralık 2008 Pazartesi

TEK BİR CÜMLE, KOCA BİR DÜNYA

Varolan kitaplığım dışında annemin tüm söylenmelerine karşın yatağımın başında oluşturduğum küçük çaplı bir başka kitaplığın üzerinden ilk kitabı çekip alıyorum.Latife Tekin, Unutma Bahçesi...

Bu kitap ilk olarak ismiyle dikkatimi çekmişti ama rastgele açıp da okuduğum tek bir cümle sayesinde alıp okumuştum. Hani bazen tek bir söz, bakış, dokunuş yeter ya, içinde koca bir dünya saklıdır aslında, bana da tek bir cümle yetmişti işte bu kitapla aramda tarifi olmayan güçlü bir bağ kurmaya...

Ne tesadüf ki şimdi de ilk olarak sevgili voodoo girl’ün sayfasında rastladığım, sevgili Nily’in de sihirli değneğiyle dört bir yana dağıtıp yaydığını gördüğüm, bana göre gelmiş geçmiş en güzel mim olan bu oyun için yine tek bir cümle yazmam gerekiyor. İşte 56. sayfadaki içinde koca bir dünyanın saklı olduğu 5. cümle...

“Unuttuğum şeylerin üzüntüsünü pek duymam artık ama yorgunluğunu hissettiğim olur”

Unutmakla ya da benim lügatımdaki karşılığı olan ‘unutmuş gibi yapmakla’ ilgili söylenebilecek o kadar çok şey var ki...Ama ben tek bir cümlenin içine sığmış olan bu koca dünya üzerine başka bir söz söylemek istemiyorum. En azından şimdilik...

Bu mim bir oyun gibi. İsteyen herkes oynayabilir, kimseye paslanmıyor. Tek yapmanız gereken;

*Kendinize en yakın kitabı almak
*Sayfa 56’yı açmak
*5.cümleyi bulmak
*Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlamak
*En sevdiğiniz, en moda veya en entellektüel kitabı seçmeyip, en yakınınızdakini almak...

İşte kurallar bu kadar. Peki ya sizin tek cümledeki koca dünyanız hangisi...

29 Kasım 2008 Cumartesi

BURASI NERESİ?

Ne kadar çok seviyoruz hemen her konuda ahkam kesmeyi. Ne çabuk “uzman” kesiliverip, kendi “uzman” görüşümüzle iki satır yazıdan kimin nasıl bir insan olduğunu tahlil edebiliyoruz bir çırpıda. Ve bununla yetinmiyoruz, vardığımız kişilik tahlillerine göre, karşımızdaki insanlar adına nelerden anlayıp hangi konular hakkında fikir yürütebileceklerine dair kararlar verebiliyoruz. Yazacakları, yazmaları gereken konuları gösterip, onları yönlendirme hakkını görebiliyoruz kendimizde. Tüm bunları yaparkenki çıkış noktamız ise koskoca yaşamların, paylaşılmak adına bizlere sunulan, gözlerimize yansıtılan ufacık bir bölümü sadece…

Durup şöyle bir düşünmemiz gerek diye düşünüyorum aslında. Burası neresi, ve biz burada ne yapıyoruz? Öncelikle hepimizin bildiğine emin olduğum ama hatırlamamızda fayda gördüğüm “blog” kelimesinin anlamını tekrarlamak istiyorum; blog, İngilizce "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır. Blog, teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturdukları, günlüğe benzeyen web sitelerine verilen addır (Vikipedi).

İşte bu açıklamadan yola çıkarsak burada hepimiz kendi isteğimizle yer alıyoruz, kendi yaşamımızdan kesitleri kendi dilimizle yazıya döküp paylaşıyoruz, bilgi ve gözlemlerimizi ortaya koyup, önerilerimizi sunuyoruz, yani bir nevi günlük tutuyoruz ki blogun oluşma amacı da bu değil midir zaten? Adı günlük olsa bile, biz burada sadece “gün”ümüzü değil, “dün”ümüzü, “yarın”ımızı da yazıyoruz. Sadece olan biteni değil, dilimizin döndüğünce, kalemimizin yettiğince olacak biteceği de anlatıyoruz. Zaman ve mekan kavramı olmaksızın kurulan hayallere bir ucundan ortak olup, kuracağımız hayallere hazırlıyoruz kendimizi. Hepimiz, genelde bilgimiz, becerimiz olduğu konu veya konularda sunarken düşüncelerimizi, yeri geldiğinde de bize çok uzak görünebilen bir konuda bile söyleyecek bir çift sözümüz olduğundan, yazılacak iki satır hakkımızı kullanıyoruz doğal olarak.

Bizler burada yaşadığımız “an”ları, “anı”ları anlatırken, duygu ve düşüncelerimizi dile getirirken yaşamımızın tamamını sermiyoruz gözler önüne. İşte sanırım yanılgıya düştüğümüz noktada burası. Biz sadece yaşamımızdan bir kesiti yansıtıyoruz bu satırlara, yaşamımızdan kendi şeçtiğimiz bir bölümü, kendi dilimizle, kendi kalemimizle anlatıyoruz. Bir yap-boz oyununun tek bir parçası ortaya koyduğumuz, resmin tamamı ise sadece bizde. Peki o halde, yazılan tek bir paragrafla, anlatılan tek bir öyküyle birbirimize şekil vermek, birbirimizi kalıplara sokup kişiliklerimize tanım bulmak niye? Tek bir parçadan yola çıkıp, diğer parçaların nerede ve nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrimiz dahi yokken kendi kendimize koskoca bir resmi oluşturmak ve işte budur demek ne kadar doğru? Görünen sadece buzdağının üst kısmıyken ve asıl derin asıl gerçek olan kısım hala suyun altındayken hem de…

Her yaşamın bir öyküsü vardır ve her öykünün de bir kahramanı. Bu yaşamın bir yerinden tutunuyorsak eğer, bir coğrafyada yaşıyorsak, nefes alıyor ve görüyorsak gökyüzünü, hepimiz birer kahramanızdır kendi öykülerimizde. Ve yaşadığımız, gördüğümüz müddetçe hepimizin her konuda söyleyeceği iyi veya kötü bir çift laf, karalayacağı bir iki satır, dile dökeceği bir öykü mutlaka vardır kendine göre. Matematik yarışmalarında elde ettiğimiz birinciliklerin “sözel” kavramına yenik düştüğü, ilçe gazetelerinde yayınlanan şiirlerimizin “sayısal” arenada yer bulmadığı lise sıralarında değiliz ki artık, sözelci olduğumuz için matematikten anlamadığımız, sayısalcı olduğumuzda da iki çift lafı bir araya getiremediğimiz tanımlamalarına maruz kalalım.

Burası sözlerin, dillerin, akıl ve yüreklerin yarıştığı, yarıştırıldığı er meydanı değil. Ne blog sayımızın fazlalığı önemli burada ne de hangi konuda, hangi başlık altında neyi ne kadar yazdığımız? Olumlu-olumsuz her türlü eleştiriye ve yoruma tabi ki varız, olmalıyız da ama sınırlamaların, gereksiz tanımlamaların, kişisel tahlillerin, ahkam kesmelerin, gereksiz hırsın burada işi yok bence, olmamalı. Bu bir sınav değil arkadaşlar, bu işin sonunda not almayacağız, sınıfı geçmek yok, terfi etmek, maaşımıza zam gelmesi, yeni bir aşk, yaşam kalitemizin değişmesi söz konusu değil. Biz burada sadece okuyoruz, yazıyoruz ve yaşıyoruz. Gözümüzün gördüğü, dilimizin döndüğü, elimizin yettiği kadar…

İşte en çok böyle zamanlarda çocuk olmayı özlüyorum. O sınırsız, tanımsız, kalıpsız, sadece oyunlar oynadığımız, her türlü hatamızın çocukluğumuza sayıldığı yargısız, masumane ve telaşsız günlerimizi…Her şeyi ve herkesi olduğu gibi görüp kabul edebilen gerçek ama çocuk aklımızı, kocaman çocuk yüreğimizi, karşılıksız bağlılığımızı ve sevgimizi…Büyüdük, ve birçok şeyi geride çocukluğumuzda bıraktık artık. Yaşamın ağırlığı yeteri kadar acıtmıyor mu zaten canımızı o zaman bırakın hiç olmazsa burada, bu sayfalar bir yanımız çocuk kalsın…

NOT: Bu yazı şahsi değil tamamen hissidir. Son dönemlerde yayınlanan blog ve yorumlarda sezdiklerime yönelik yazılmıştır.

21 Kasım 2008 Cuma

SAYISAL LOTO DEĞİL SAYISAL HAYAT!

Bir yanda bir tekstil atölyesinde işsiz kalmamak için nelerden vazgeçersiniz sorularına işçilerin verdiği cevaplar; “Bir süre sigortam ödenmese de olur, yemeğimden, diğer sosyal haklarımdan da kesebilirler. Hatta maaşımın yarısını almaya bile razıyım yeter ki işten çıkarmasınlar.”

Diğer yanda Zonguldak’ta alınacak 3000 maden işçisinin 20.000 başvuru arasından noter huzurunda yapılan çekilişle seçiliyor olması. Başta fiziksel dayanıklılık olmak üzere pek çok elemeden geçirilen, içlerinde üniversite mezunlarının da olduğu adaylar şimdi 25 Kasım’a kadar yapılacak olan çekilişte şanslarını arıyorlar. Hediye için değil, çalışmak için, yaşamak için....

Sonrasında bir milletvekilinin yalandan bile olsa sunduğu öneri; “Krizi halkımızla birlikte hissetmek, onlarla beraber yaşamak lazım. Mesela maaşlarımızın yarısını almayalım.” Ve bu öneri karşısında yüzlerinin atan rengini saklayamasalarda kelimelerini üsturuplu seçmeyi başarıp tebessüm eden diğer vekillerin tepkileri; “Arkadaşımızın tuzu kuru galiba, herhangi bir maddi sıkıntısı yok, hiç öyle şey olur mu?”

Kendi seçtiklerimiz tarafından hakkımız olanı yaşayabilmek için seçiliyoruz. Sayısal hayat bu yaşadığımız. Noter huzurunda yapılan çekilişte numarası çıkan yaşamaya(!) hak kazanıyor.

18 Kasım 2008 Salı

Erdemli Olmak

İnsanoğlu denen varlık ne kadar tuhaf.Bunca yaşa geldim,çeşit çeşit insan gördüm,tanıdım, şaşırdım, şok oldum. ''Artık bundan ötesi,daha beteri yoktur!'' diye son noktayı koydum. Ama ne yazık ki bitmemiş, bitmiyor, bitmeyecek..
Gün geçmiyor ki yeni bir zavallı tanımayayım. ''Zavallı''demekten başka tabir gelmedi aklıma bu arada.
Ama ne demem gerektiğini inanın ki bulamadım.
İnsan olma özelliğinin zerresini bile taşımayan bir yaratığa en uygun yakıştırma bu bence. Böylelerini hasta ruhlu, acınası bir kişilik olarak gördüğümden olsa gerek..
Mütevazı olmak..Bir insanda bulunması gereken en güzel özelliktir, erdemdir. İyi bir aile terbiyesi almış, kendini bilen, ruhu güzelliklerle ve insan sevgisiyle dolu bir insan asla kendini büyük görmez. Durduk yerde kimseyi küçümsemez, kendini bir halt zannetmez.

Büyüklük hastalığına yakalanmakla yakından ilgili bir şey bu. Kendinde var olduğunu sandığı birkaç sıradan özellik, kişilik bozukluğuna zaten yatkın olan böyle insanları derhal değiştiriyor ve insanları küçümseyip tepeden bakmasına yol açıyor.
Ne acınası bir durumdur bu Yarabbim! Bu insanlardan çevremde o kadar çok gördüm, tanıdım ki sanki sıraya girdiler.
Tecrübeyle sabittir ki aşağılık duygusuna sahip insanlar mütevazılıktan zerre kadar nasibini alamıyor ve kimlik arayışına girip durduklarından kişilikleri bir türlü oturmuyor.
''Ben olmasam asla olmaz !'' zannetme huyları gelişmiş, ''Küçük dağları ben yaratttım..'' edalarında, yanlışlarını asla kabul etmeyip inatla savunan, genellikle de en yakınları dahil kendinden başka hiç kimseyi beğenmeyen tipler bunlar.
Girdikleri her topluma nifak tohumları saçmadan duramadıkları yetmezmiş gibi, ''kendinde olan kimsede olmasın'' huyları da gelişmiş durumda.

Bir de dikkat edin, eğer bu tip bir insan servet veya belirli bir yetkiye sahipse etrafında bol miktarda ''yalaka'' mevcuttur. Ve bu yalakalar onları son derece memnun eden tamamlayıcı unsurları,parçalarıdır. Onlarsız asla yapamazlar.
İşin kötüsü yalakaları onlardan daha da zavallı birer kişilik bozukluğu vakasıdır.
Ama günün birinde söz konusu servet ya da yetkileri ellerinden gittiğinde derhal terkedilirler. Zaten bunu en başta kendileri biliyordurlar. Ama böyle yaman çelişkiler onlar için önemsizdir.
Müthiş kıskançtırlar. Durduk yerde dünya iyisi bir insanın sahip olduğu en ufak bir güzellik batar onlara, kıskanıp hemen aleyhinde konuşmaya, zehir saçmaya, eleştirmeye başlarlar.

Kimileri de gizliden gizliye yaşar bu duyguları ve her an sırtından vurmaya hazırdır kıskandığı o zavallı insanı.
Efendim,gurura ve kibire kaptırmasın kimse kendini. Mütevazı olalım ki her zaman kazanalım. Üzerimizde güzel özellikler, erdemler toplayalım. Kalıcı olsun mümkünse...
İnsan tanımak için psikoloji okumak gerekmiyor bence. Şaşkınlıkla izlediğimiz değişik insan davranışları bizde böyle bir birikimi sağlayabiliyor.
Hem de teorik değil, uygulamalı, şaşırtıcı, son derece kalıcı bir biçimde. Uzman olup çıkıyorsunuz işin özünde.

Elbette ki mütevazı olmanın da bir ayarı var. Yani alçakgönüllü olayım derken kendimizi de küçük durumlara düşürmemeliyiz.

Son satırlara gelmişken; tanımış olduğum kalbi insan sevgisi,iyilik ve güzellikle dolu sınırlı sayıdaki değerli insana teşekkür ediyor, sevgilerimi gönderiyorum. İyi ki varsınız...

"ADAM" OLAN KİM?

Adam; sözlük anlamı insan, erkek kişi, kadın karşıtı...Bunlar dışında; birinin yanında ve işinde olan kimse, birinin sözünü dinleyen, nazını çeken kimse, kayırıcı veya bir alanda derin bilgisi olan ya da bir alanı benimseyen gibi yan anlamları da mevcut. Ha bir de “iyi yetişmiş, değerli, iyi huylu, güvenilir” kimselere de “adam” deniyor. “Adam gibi adam”, “bir işi, eylemi adam gibi yapmak” ve benzeri tamlamalardan bahsetmeye ise gerek yok sanırım.

Evet bunlar TDK’da yer alan tanımlar. Ama son günlerde yaşanan olayları düşündüğümde benim aklımın lügatında ne yazıkki “adam” kelimesinin karşısında hiçbir şey yazmıyor. Yok. Koca bir boşluk var sadece.

Nasıl olsun ki siz 78 yaşında 10 çocuk, 40 torun sahibi olup da 11 yaşındaki bir kız çocuğunu uluorta taciz edenlerden, namus kavramını ağızda sakızmışcasına kullanıp da kendi öz kızlarına gözünü kırpmadan tecavüz edenlerden, “gazeteci” sıfatı altında kendi düşünceleriyle bağdaşmayanlar hakkında gayet rahat bir şekilde “pornocu” yakıştırmalarında bulunabilenlerden “adam” diye bahsedebilir misiniz...Sahi siz 14 yaşındaki bir kız çocuğunun bile sahip olduğu(!) ruhsal ve bedensel olgunluğa verdikleri kararlarla, yaptıkları işlerle, düşünceleriyle ulaşamamışlara nasıl hitap edersiniz...

Peki ya kendimize ne demeliyiz...Bir zamanlar her dile geldiğinde, getirildiğinde “ah, vah” deyip anında unutuverdiğimiz acılar, insanlık dışı davranışlar, saçma sapan kararlar artık kapı komşumuz olmuşken, hemen gözümüzün önünde yaşanıyorken, gözümüzü kapatsak kokusunu duyuyorken ve hala hiçbir şey yapmıyorken bizler ne kadar “adam”ız acaba...

Biz daha bir filmi eleştir(ebil)mek yerine, süslü püslü kelimelerle oluşturduğumuz altı boş cümleleri “ötekileştirmek” için, birimizi diğerimizden keskin sınırlarla ayırmak için kullanaduralım “adam”lık elden gidiyor arkadaşlar farkında mısınız....Altı gitgide boşalıyor “adam” kelimesinin, içi çürüyüp gidiyor, küfleniyor...Ve bizler bu halimizle utanmadan Atatürk’ün “insan”lığını tartışıyoruz. Yazık çok yazık...

13 Kasım 2008 Perşembe

ARADAKİ 7 FARKI BULUN!

*Ankara’da bazıları çocuk olmak üzere 9 kıza tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklanan Devlet Opera ve Balesi sanatçısı Şahin Öğüt’ün 2001’de de yine aynı suçtan yakalandığı halde babasının emniyet müdürü olmasının etkisiyle gözaltına bile alınmadan yargılanıp beraat ettiği öne sürüldü. Tekrar yakalanmasında önemli bir rol oynayan davanın mağdurlarından F.O.’nun ifadesine göre ise; Ankara Ağır Ceza Mahkemesi kendisinin “bakire olmamasını” Öğüt’ün beraat gerekçelerinden biri olarak saydı.

*14 yaşındaki B.Ç.’ye cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle yargılanan ve 6 aydır cezaevinde bulunan Vakit gazatesi yazarı Hüseyin Üzmez, Adli Tıp’tan istenen ve 40 gün içersinde hazırlanıp gelen rapordaki, B.Ç’nin yaşananlardan dolayı bedensel ve ruhsal sağlığı anlamında herhangi bir sorunu olmadığı bilgisine dayanılarak serbest bırakıldı.

*İzmir’de 14 yaşındaki Sercan Bodruk’un okul dönüşü servis minibüsünün altında kalarak ölümüne sebep olmaktan 6 yıl hapis istemiyle yargılanan ve geçen duruşmada tahliye edilen sürücü Necati Özsoy, bilirkişi ve adli tıptan gelen 2 ayrı rapor sonucuna göre 8/2 kusurlu bulundu. Ölen Sercan Bodruk’un ise “asli” kusurlu ilan edildiği duruşma dosyadaki eksikliklerin giderilmesi için ertelendi.

*Aksaray’in İncesu Beldesinde 13 yaşındayken nikahsız olarak evlendirilip 14 yaşında anne olan A.Y’nin erken yaşta çocuk sahibi olmasına yönelik polisin açmış olduğu soruşturma devam ederken aynı hastanede aynı gün 15 yaşındaki N.C.’nin de doğum yaptığı öğrenildi.

*Digitürk’ün Süper Lig’deki maçların yasadışı olarak yayımlanmasından dolayı Diyarbakır 1.Sulh Ceza Mahkemesi’ne yaptığı şikayet başvurusu sonrasında Türk katılımcılarına kapatılan blogger ve blogspot uzantılı tüm blogların “eksik evrak” nedeniyle kapatma kararının yürütülmesi durduruldu.

Bunlar son günlerde yaşananlardan sadece bazıları. Şahin Öğüt davasının mağdurlarından F.O. tecavüz şikayetinde bulunmak için “bakire olması” gerekliliğini öğrenmiş midir, 14 yaşındaki B.Ç. sahip olduğu yaşından büyük “bedensel ve ruhsal olgunluğuna” daha neleri sığdıracaktır, kendi canı neredeyse hiçe sayılmış olan 14 yaşındaki Sercan’ın en azından organlarıyla hayat bulan 6 kişinin yaşamı bundan sonra önemsenecek midir, kendileri büyümeden bebek sahibi olan 13 yaşındaki A.Y. ile 15 yaşındaki N.C. çocuklarını vatana millete hayırlı birer evlat olarak yetiştirebilecekler midir, sık sık tekrarlanan “kapatılma” kararları bir gün sona erecek midir bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki bu birbirinden bağımsız gibi gözüken olayların temelinde, aslında benzer hatta aynı sorunlar yer almakta...

Sorunlar belli olduğuna göre peki ya çözümler nerede???

5 Kasım 2008 Çarşamba

SANSÜRLENEN SADECE BLOGLARIMIZ MI?

Burası benim evim. Yaklaşık 3 ay olmuş taşınalı. Bir güzel yerleşmişim, emek vermişim,varolanların yerlerini değiştirip yeni yeni eşyalar yerleştirmişim, bir sürü misafir ağırlamışım, kimisinde bir kahve içimlik, kimisinde uzun sohbetler eşliğinde kendiminki gibi bir sürü eve misafir edilmişim. Yaşayıp gidiyorum işte böyle kendimce. Derken birgün evime geliyorum, anahtarımı kilide takıyorum ama dönmüyor. Kapı açılmıyor bir türlü. Pek beceriksizim ya bu konularda, söylene söylene birkaç kere daha deniyorum ama yok, her yer kapı duvar. Kendi evime giremiyorum. Sonra kapının altında bir zarf buluyorum. Ve içinde hiçbir açıklama olmadan “artık evime giremeyeceğim” yazıyor. Hiçbir şey anlamadığım için şaşkınlıkla sağa sola, arkadaşlarıma danışıyorum ve onlarında aynı durumdan muzdarip olduğunu öğreniyorum; kimse evine giremiyor. Sonradan “birkaç kişinin vermiş olduğu rahatsızlıktan ötürü” evlerimize alınmadığımız haberi ulaşıyor bizlere. Evet evet sadece “birkaç kişinin hatası” herkese mal ediliyor. Burada mantık nerede?

Kapının kilidini değiştirip, camı kırıp, arka bahçeden dolanıp evime tekrar girebilir, misafirlerimi, arkadaşlarımı bu şekilde konuk edebilirim. Ya da pılımı pırtımı toplayıp başka bir adrese taşınabilirim elbette. Bunlar olası çözümler. Ama çözüm dediğin bir sorun karşısında üretilmez mi? Burada bir sorun olduğu belli ama sorun ben değilsem, benden kaynaklanmıyorsa neden ben kendi evime girmek konusunda böylesine çözümler aramak zorunda bırakılıyorum ki...

Sahi bunun açıklaması nedir? Sadece okuduğumuz, yazdığımız, kendi kendimize karaladığımız, bununla yetinmeyip bu sayfaları “günce” kavramından çıkarıp da, fikirlerimizi, duygularımızı, anılarımızı, deneyimlerimizi paylaştığımız, kurulan bağlarla ve yapılan organizasyonlarla anadolu’da kız çocuklarımızı okuttuğumuz, İzmir’de diktiğimiz fidanlarla kendi adımızı verdiğimiz bir orman sahibi olduğumuz, hasta çocuğu için madden ve manen yapacak hiçbir şeyi kalmadığından son çare olarak bu sayfalar üzerinden bizden yardım eli isteyen bir babanın çığlığı olup yardım edebilmek amaçlı çırpındığımız blog sayfalarımız hangi nedenden ötürü ve hangi hakla karartılabilir? En doğal, en basit, en insani hakkımız olan “iletişim hakkımız” nasıl elimizden alınabilir?

Farkında mısınız sansürlenen, karartılan, elimizden alınan sadece blog sayfalarımız değil aslında, hayatımız ve hatta insanlığımız...Peki aydınlık için birşeyler yapmamız gerekmez mi???

***Yaklaşık 1 hafta sonra BLOGGER.COM üzerindeki kapatma kararının yürütülmesi durduruldu. Şu anda eskisi gibi bloglarımıza girebiliyoruz. Ne zamana kadar bilinmediği gibi internet üzerinde hala eksik kanun ve yanlış uygulamalar nedeniyle kapatılmış olan site ve yayınların varlığını da göz ardı etmemeli. İşte bu nedenle SERBEST YAZARLAR PLATFORMU haklarını savunmaya, taleplerini iletmeye ve demokratik çözümler aramaya yani kısaca yoluna kaldığı yerden aynen devam ediyor.

29 Ekim 2008 Çarşamba

Ben Vazgeçtim, Beni Sevmeyin!

The Death Of A Queen by Manuel Balea

Hiçbir şeyden yorulmadım bu hayatta birilerini memnun etmeye çalışmaktan yorulduğum kadar... Düşünüyorum da, insanlara olduklarından fazla değer verirken aslında o "fazla" kadar kendimi değersiz kılıyorum.

Sabahları, özellikle herkesin kendi karakterini yansıtan bir şekilde ardında bıraktığı dağınık yatakları, sağa-sola atılmış pijamaları toplarken peydah oluyor bu düşünce; "acaba bu gün kimi mutlu etsem, kimi beklenmedik bir sürprizle şaşırtsam, ne yapsam, kimi, kimleri çağırsam, ne pişirsem, ne içirsem, nereye götürsem, ne alsam,...?"

Mesela, içinde kokusuyla birlikte dumanı tüten, bol köpüklü türk kahvelerinin olduğu bir tepsiyle, yorgunluktan bitkin düştüğünü bildiğim ve aynı apartmanda oturduğum bir arkadaşımın kapısını çalmak, bir an için nefes almasını, mola vermesini sağlamak; öğleden sonra yaptığım kurabiyelerin pişerken çıkardığı hindistan cevizi kokularının arasında, okuldan dönen çocuklarımı sevdikleri arkadaşlarıyla birlikte mutfak masasının etrafında toplayıp onlara muzlu milk-shake hazırlamak; özellikle bayramlarda çocuklara ikram etmek için aldığım şeker, çikolatanın yanında ufak-tefek fakat kalplerini fethedecek hediyeler düşünmek, aramak, bulmak, paketlemek; birisi hasta olduğunda üstüne titremek, uygun bir ilacı arayıp bulmak, sektirmeden saatinde almasını sağlamak, takip etmek; uykusuzsa, yorgunsa uzanıp dinlenebileceği, uyuyabileceği bir ortam yaratmak; birbirini sevmeyen, birbirinden hoşlanmayan ve çok gerekmedikçe birbiriyle konuşmak istemeyen fakat çeşitli sebeplerden ötürü benim ortamımda bir araya gelmiş iki insanı ayrı ayrı memnun etmeye, aradaki dengeyi kurmaya çalışmak, birisinin yanında farkında olmadan bir on dakika fazla vakit geçirsem diğerinin kaprislerini çekmek; "canımsın" dedikçe, canım çıkana kadar suistimal edilmek, "sensin" dedikçe, seni görmezden gelecek davranışlara katlanmak zorunda kalmak; kendi evimde de, gittiğim yatılı misafirliklerde de sürekli eğlenen, oynayan, seyreden, isteyen, oturan, yatan tarafta değil; çalışan, didinen, pişiren, hazırlayan, kaçıran, dikilen tarafta olmak zira filmin en heyecanlı yerinde kahveleri yapmak ya da acıkan birilerine birşeyler hazırlamak, karnını doyuran herkesin fütursuzca sofradan kalkıp bir yerde konuşlanması sonucu sofrayı ve dağılan mutfağı toplamak durumunda kalmak ve gariptir ki birilerinin beni hatırlayarak gelip yardım teklif etmesini beklerken içerde patlayan kahkaha seslerine sinir olmak, hele ki bu sabah saatlerinde oluyorsa ve mutfaktan dağılmış bir halde çıktıktan sonra, "bari biz de yatakları düzeltelim" diye düşünülmemiş, üstüne üstlük sağa-sola atılmış yastıklarla daha da dağıtılmış yatak görüntüleriyle karşılaşmak; tüm bunların üzerine bir yere gidilecekse kusursuz ve eksiksiz hazırlanmış o kadar insanın içinde daha saçımı bile taramaya vakit bulamamış bir halde dişlerimi fırçalarken, "aaa sen daha dişlerini mi fırçalıyorsun, niye hazırlanmadın bunca zaman, hadi çabuk ol, çabuk!" gibi kurulan cümlelere hayretler içinde kalmak; dönüşte herkes yorgun, ayaklarını uzatmış, dil beş karış dışarda televizyon karşısında dinlenirken hatta uyuklarken ben popomu bir dakika olsun bir yere koymadan bu sefer de kendimi akşam yemeği için mutfağa atmak; yatılı gittiğim bazı yerlerde eşimle bir on dakika görüşebilmek için üç-beş saat ev sahibinin rica-minnet bilgisayar başından kalkmasını beklemek fakat aynı kişinin benim evimde bilgisayarımın en ücra köşelerine kadar girdiğine, kendi malı gibi açıp kapattığına şahit olmak, ses çıkarmamak, kalabalıkta kaybolmak, unutulmak, kullanılmak, sürekli veren taraf olmak, sürekli ağırlayan taraf olmak, sürekli çağıran taraf olmak,......................................................................................................................

TAN YORULDUM!!!

Bu şekilde anılmaktan ve sevilmekten de yoruldum! Arkamdan, "Merhumu nasıl bilirdiniz?" sorusuna benim için verilecek tek bir cevap var:
"Çok verici bir insandı, içinde öyle bir insan sevgisi vardı ki, kendisi insanlıktan çıkmıştı!"

ChaotiC

23 Ekim 2008 Perşembe

Aldırdım..Sinirlerimi :)






Sinirlerimi aldırdım..
Yıl kaçtı, bilmiyorum.
Sanırım, bir yaz sabahıydı…
Güne uyandığımda, yine aynı yerdeydim.
Belki ben, ben değildim, bilmiyorum.
Bunu anlamak için, bir süre konuşmam gerekti kendimle..içten içe
Konuştuk..
Sonra anlaştık, kendi aramızda..

İkiye bölünelim dedik..
Biri yaşasın bu dünyayı, diğeri umursamasın hiçbir şeyi..
içinde neyse, bildiği de o olsun, inandığı da..

Sevgi böyle bir şekil aldı içimde bu konuşmadan sonra..
Böyle umarsız..böyle akışına..

Hiç kimse değişmez bu fani dünyada..Değişmek isteyenler bile..
Kural bu..ne doğduysan, onu yaşarsın..

Hüzünlü..
Sinirli..
Alıngan..
Ürkek..
Cesur..

Farklı olmak istersin “O sevsin” diye
Olamazsın..

“O farklı olsun” istersin daha çok seveyim diye
Bulamazsın...

Kızsan da değişmez hiçbir şey..
En fazla “alışırsın”…

Bu alışkanlık seni boğduğunda da ,

“Sinirlerini aldırırsın”

Ne mi bu şimdi?
Ne mi anlattım?

Çok mu önemli ?

Sevgiyle... :)
Mel

Yaşamak,ölüler arasında!

Ne çok tanıdık vardı oysa! Her biri hatıra şimdi,her biri sessiz birer hayal! Gülüş kimisi, kimisi bir demli çay sohbeti! Ayaktayız, yaşıyoruz ölüler arasında! Geriye bakıp, duygulanmamak elde değil! Kimisi, rakı masasında bir maç sohbeti!

Büyüyor muyuz? Ömür mü ilerliyor? Yoksa, eksilerek küçülüyor muyuz? Buraları eskiden yeşildi! Buraları hala yeşil bile kalsa, kalmadı söylenecek kişi! Tek tek gittiler, hepsi toprak oldu! Artık, hatıralarımızın üzerinde gezer olduk! Çiğnediğimiz toprak değil! Gülüş kimisi, kimisi bir demli çay sohbeti! Ayaktayız, yaşıyoruz ölüler arasında! Geriye bakıp, duygulanmamak elde değil! Kimisi, rakı masasında bir maç sohbeti!

Doktordu kimisi,hiç para almadan bakardı! Taksiciydi diğeri, iki adım da olsa, yayan gezdirmedi bizi! Enişteydi öbürü, çocukken en sevdiğin çukulatayı getiren! Arkadaşın dayısının kızıydı, genç yaşta kansere yenik düşen!...

Buraları eskiden yeşildi! Buraları hala yeşil bile kalsa, kalmadı söylenecek kişi! Tek tek gittiler, hepsi toprak oldu! Artık, hatıralarımızın üzerinde gezer olduk!
Çiğnediğimiz toprak değil! Gülüş kimisi, kimisi bir demli çay sohbeti!
Ayaktayız, yaşıyoruz ölüler arasında!...

18 Ekim 2008 Cumartesi

GİTME VAKTİ

Susuyorsun. Bu seferki ne bir meziyet ne de erdem. Dile dökülmesi gereken o kadar çok kelime var ki şimdi, şu anda. Aklındaki ve yüreğindeki iyiye, güzele dair tüm sözcükler hırpalanmış ama olsun. Yaralarımızı sarabilir, eskilerinin yerini tutmasa da yeni kelimeler bulabiliriz belki. Hem her bitiş yeni bir başlangıç değil midir zaten? En azından denememiz lazım, biliyorsun.

Susuyorsun. Yakışmıyor oysa sana. Sessizlik çok fazla, gereksiz büyüyor etrafında. Huzursuz, tedirgin bir şey sinsice içinde kök salıyor, göremesen de iliklerine kadar hissediyorsun. İsimsiz bir savaş meydanındasın sanki şu anda, cephelerin farklı, süngülerin düşük. Her şey olup bitmiş bir anda, dağılmış, her cepheden bozguna uğramışsın, etrafın kırık dökük. Ne yengi var ortada ne de yenilgi. Savaş ganimetleri saçılmış ortalığa, paylaşılmayı bekliyor. Savaşları sevmezsin sen oysa, için kaldırmaz böyle şeyleri. Ama ucundan bir yerlerden tutunabilmek için hayata biraz da mücadele etmek gerek, görüyorsun. Hem senin savaşın bir başkasıyla değil aslında, kendi kendinle, anlamıyor musun? Tek bir sözünle sona erecek tüm bu yangın, bu düğüm çözülebilmek için senden gelecek tek bir sese muhtaç. Özgürlüğüne adım atman, yaşama yeniden sarılman sadece senin kuracağın cümlelere bakıyor. Birazcık umut et, birazcık cesaret göster sadece. Bir savaş tutsağı olmak inan sana hiç yakışmıyor.

Susuyorsun. Oysa görüyorsun sen de, uçurumun kenarında dolaşıyorsun yalın ayak. Aradaki boşluk o kadar sığ ki aslında, düşsen bile boğulmayacaksın, neden korkuyorsun? Bunun bir ilgisi yok zorlama ya da dayatmayla. Elini uzatanlara inat, duvarlar örüyorsun herkesle arana sessizlik tuğlalarınla. Gitgide ulaşılmaz, uzlaşılmaz oluyorsun. Duvarın kırık dökük çerçevelerle dolu oysa. Parçalanmışlıklar üzerine kurulu bir yaşanmışlık, kabullenilmiş bir kararsızlık sonrası ve çoktan can vermiş çocuk yanının üzerinde oynadığın ölümcül oyunlarla kendi resmini çiziyorsun. Her zamanki kaçışlarına sığınmayı seçiyorsun yine. Gözlerine bakmadığın bedenlerle sevişip, bedenlerini bilmediğin gözlere en doğru yalanlarını sunarak belki de binlerce çerçeveyi kırıp parçalıyorsun. Azalıyorsun günden güne. Tek bir iplik parçasıyla bağlı olduğun yaşam avuçlarından kayıp gidiyor. Uzanıp ta tutmuyorsun. Bir konuşsan oysa, bak nasıl kurulacak yaşamla arandaki köprü yine. İplerine çözülmez, kopmaz düğümler atılacak. Yıkılacak tüm duvarlar, kilitli kapılar açılacak sonuna dek. Çerçeveler değişecek, tozu alınacak tüm resimlerin, ve zamanın en güzel anlarına asılacak. Söz veriyorum sana, her şey daha güzel olacak, yoksa artık sözüme güvenmiyor musun?

Hadi silkelen artık, canlan kalk yerinden diyorum sana. Ölüm sessizliği yaşatma artık bana. Son ver tüm bu karmaşaya, yağıp sel ol ki bana sona ersin bu yangın. Tek başıma bırakma beni buralarda, ben sensiz yapamam, biliyorsun. Hadi artık alacaklarını al ve geride bırak tüm kalanları. Odaların, evlerin, sokakların hayatın üzerine çek vur kapıyı. Yeni odalar, evler, sokaklar, yeni bir hayat bekliyor bizi. Açılacak yeni kapılar var daha, vakit dar, gitmemiz lazım.

3 Ekim 2008 Cuma

Yolun açık olsun

Hey sen! Acının rengine boyama kendini. Hemen bir deniz kıyısına git şimdi,cebinde ne kadar kelime varsa dünden kalan ve ne kadar hatıra kaldıysa yalan dolan, savur sonsuz maviliklere! Kapat gözlerini sonra, bırak damarlarında sadece hayat aksın, hisset yaşadığını, ölmek için çok erken...

Beyninin duvarlarında asılı tüm fotoğraflar! Hepsi özenle çerçevelenip, nazikçe çivilendiler! Sen her gün boş bir odaya girip, beyninin duvarlarında yaşadın sevdanı! Şiirlerin havaya yazıldı, şarkıların rüzgara söylendi! O odada o hiç olmadı! O olsaydı eğer, neden üşüyorsun?

Yalan söylemene gerek yok, sen de biliyorsun! Şizofren bir akıl seninkisi, kendin yarattın, kendin aşık oldun, kendin sevdin, kendin özledin, kendin ağladın, kendin sustun, kendin çoştun, kendin yutkundun, kendinde kaybldun...Bunlar doğru değilse, neden tek başınasın?

Hayat bir gül gibidir dostum! Herkes gül'ün kokusunu ve yumuşaklığını ister! Ama kolay mı bir gül'e sahip olmak ve gülmek? Dİkenleri aşmadan, elleri yaralanmadan, kan akmadan kolay mı? Hayatın tüm acıları bir rende gibi yüreğini öğütecek ve sen her acıda, dahada büyüyerek gireceksin yaşam kavgasına. Hepimiz yalnızız dostum hem de hepimiz! Eğer öyle değilse, düşündüklerini neden duyamıyorum?

Ne zaman çaresiz hissetsek kendimizi, kaçmak kurtulmak isteriz. Herşeyden ve herkesten uzaklara gitmek, yok olmak! Bilmiyorsun dostum, kendimizden kaçamayız, beynimizden kaçamayız! Eğer kaçabiliyorsak neden ağlıyoruz?

Bir güneşten, aydan ve yaşamdaki her varlıktan örnek alacaksın! Bakacaksın; Güneş hep yalnız ve kimsesiz ama hayattaki görevini hiç bir gün bırakmıyor! HEr sabah ufuktan bize merhaba diyor! Kendisi yanıyor dostum! Senden farkı yok inan bana yanıyor! Alev alev kim bilir ne acılar çekiyor! Ama ona ihtiyacı olanları bu hayatı yalnız bırakmıyor! Yaşadıklarımızı içimize, yaşama hırsımızı dışımıza vurp, sıkılmış bir yumruk gibi girmeliyiz bu hayatın tam ortasına! Eğer "Bana kim ihtiyaç duysun?" diye soruyorsan, ben neden bunları yazıyorum?

Zaman en değerli parça hayatımızda! Hiç bir anı geri döndürme şansımız yok ve inan bana sevgili dostum hiç bir anı harcamaya haddimiz yok! Zaman harcanmaz dostum zaman değerlendirilir! Anın zerresini bile titizlikle harcamalısın! Şimdi git ve kendini toparla! Herkezin biraz zamana ihtiyacı var! Ama bu zamanı harcama, değerlendir!

Herşey kendi elinde dostum! Senin içinde herşey...Senin içindi herşey...Seni çok sevdiğimiz için...Yalnız değilsin...Yolun açık olsun...

29 Eylül 2008 Pazartesi

MUTLU BAYRAMLAR

BU BAYRAM HİÇ ÜŞENME İNSANLARI ZİYARET ETMEKTEN! SENEDE 1 KEZ DE OLSA 3 GÜNÜNÜ ONLARA AYIR! KİMSESİZ ÇOCUKLAR, YAŞLILARA ve SANA İHTİYACI OLANLARA...UNUTMA HER GÜNÜN SADECE ÖMRÜNDEN ELİNDE KALANLARIN İLK GÜNÜ ve YAPACAKLARINI, KALAN GÜNLERİNLE İDARE ETMEK ZORUNDASIN...

İYİ BAYRAMLAR ABLALARIM...

RAMAZAN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN...

bayramson

Hepinizin Ramazan Bayramını kutluyor; sağlıklı, sıhhatli nice bayramlar diliyorum..
Bayram sevinciniz yüreğinizden hiç eksilmesin...

28 Eylül 2008 Pazar

Bayram Şekeri

Malum önümüz bayram. Sokaklar, mağazalar, dükkanlar, marketler tıklım tıklım kalabalık. Önce her işini son güne bırakan, yumurta kapıya dayanınca harekete geçen ve bu kalabalığı oluşturan insanlara kızıyorum; sonra o kalabalıktan biri olduğum için de kendime...

Girdiğim dükkanlarda satış elemanlarının veya dükkan sahiplerinin tam benimle ilgilenirken ve henüz işim bitmemişken beni orta yerde bırakıp başka insanların işlerine koşmalarına da sinir oluyorum. Bayram nedeniyle yaşadıkları yoğunluktan dolayı çok sıkıştıklarını ve herkese yetemediklerini çok iyi anlıyorum fakat madem durum böyle ve her bayram bu olay tekrarlanıyor; bu işi bir sıraya koyun. Önce gelen ve isteğini belirtenin bir öncelik hakkı olsun. Dün sırf bu yüzden iki dükkanı terk etmek durumunda kaldım ve arkamdan neredeyse sokağın köşesine kadar gelen dükkan sahibinin özür dilemesine, beğendiğim ürünleri daha sakin olan ikinci şubelerine getirtme önerilerine rağmen de geri dönmedim!

Sonra yine girdiğim bu dükkanlarda seçimlerime karışan, beni seçtiğim şeylerden vazgeçirmeye çalışan ya da ısrarla başka bir ürünü satmaya çalışan dükkan sahipleri veya satış elemanlarına da sinir oluyorum. Kardeşimin hediye olarak yapıp getirdiği 1500'lük puzzle tablomu çerçeveletmek için girdiğim dükkanın sahibi, benim beğendiğim ahşap koyu kahverengi çerçeveyi beğenmeyip, ısrarla önüme altın varaklı klasik çerçeve modelleri çıkarıp durdu. O tarz modellerin tabloyu kullanacağım odadaki eşya ve mobilyalarıma uymadığını ve defalarca seçtiğim çerçeveyi istediğimi belirttikten sonra hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle kabul etti ve yapmaya koyuldu. Bir de tablom çerçevelenip tamamen bittiğinde ise, bana dönüp işaret parmağını da suratıma doğru sallayarak, "seni gidi seniii, anlıyorsun sen bu işlerden, çok yakıştı, çoook!" demesi yok muydu?

Bir de eşim için seçtiğim çizgili bir gömleğin üzerine ısrarla bana çok renkli ve desenli bir süveter satmak isteyen kızlar vardı kiii... "Hayır!" diyorum, "şayet gömlek düz ve tek renk olsaydı seve seve önerdiğiniz bu süveterlerden alırdım, fakat gömlek zaten çizgili ve üzerine desenli bir süveter gitmez. Ben düz ve tek renk bir süveter istiyorum!" Onlarsa hala bana, "ama neresini beğenmediniz anlamadık ki, bu modellerden çok sattık, herkes çok beğenerek aldı." diyorlardı. "İmdaaat!" diye bir çığlık attım içimden ve, " düz ve tek renk olan süveterlerinizi görebilir miyim?" diye sordum. Kız, "ama bizde o şekilde süveter yok ki, sadece bunlar var." diye cevap verdi. "Haaa şimdi anlaşıldı!" diyerek gömleği de bırakarak çıktım.

Bilemiyorum belki de bir takıntı bu benimki... İki düz şeyi yanyana getirip kullanıyorum da, iki desenli şeyi asla yanyana yakıştıramıyorum ve kullanamıyorum. Gömlek düzse şayet kravat desenli olmalı, süveter desenliyse gömlek düz... Ya da koltuklar çiçekli veya çizgiliyse halı düz olmalı gibi... Aksi takdirde gözümü ve beynimi yoruyor bu tarz görüntüler...

Günün son sinir bozucu olayı ise bir kuruyemişçide yaşandı. Kokusuna dayanamayarak almak istediğim türk kahvesi için girdiğim kuruyemişçide, "100 gr. kahve alabilir miyim?" dediğimde adamın bana öyle bir bakışı vardı ki, görmeliydiniz. Sanki kendisinden 100 gr. kıyma istemişim. Siz hiç, "yarım kilo kahve!'" diyen birine rastladınız mı? Ben rastlamadım. Kahvecileri saymazsak, Türk kahvesi bayatlamasın diye az az alınır, taze taze tüketilir ve bittikçe yerine yenisi alınır. Üstelik 100 gr. da bir kese kağıdını neredeyse tamamen dolduruyor. Bu maddi olanaklarla değil; tamamen keyifle alakalı birşey. Üstelik olsa bile, bir insanın belki de bayramdan bayrama evine soktuğu, sokacağı kahveye bu kadar para ayırabilmesi ayıp mı?

Aslında bu yorgunluklar; ev temizliğinde, mutfakta, alışverişte yaşanan bu telaşlar heyecanla karışık bir mutluluk içeren tatlı yorgunluklar. Bir de bu mutluluğun üzerine gölge düşüren böyle insanlar olmasa...

Herkese sağlık içinde geçireceği, huzurlu ve mutlu bir bayram diliyorum. Bir çocuk sevinci içinde kutlayacağımız, "eski bayramlar" tadında bir bayram olsun! Şeker Bayramlarının en şekeri olsun!

Sevgilerimle...

ChaotiC

23 Eylül 2008 Salı

BEN "İNSAN"IM...

Ben "insan"ım. Yaşımın, işimin, yaşadığım coğrafyanın, kimlik rengimin hiçbir önemi yok. Hatta adımın bile... Ben sadece bir "insan"ım. Aklımın alabildiği, beş duyu organımın hissedebildiği ve yüreğimin olabildiği kadar insan...

Kem gözlerin ve kem sözlerin hüküm sürdüğü bu akılalmaz zamanlarda, söz söyleme cesaretini gösterip, söyleyebilecek söz bulamayan veya sözü olamayanların çirkince susturduğu nice sayısız isimden biriyim bende... Hem Hırant Dink'im hem de bir o kadar Uğur Mumcu...

Hem sokaktaki yaşam savaşında, hayata kendince tutunmaya çalışan tinerci çocuğum ben, hem de dünyanın herhangi bir yerinde açlık sınırına, sınırlar ötesi dayanma gücüyle karşı koymaya çalışan binlercesinden biri... Hem bir köşede, oyuncak diye eline tutuşturulan kurşunlarla akıllara zarar oyunların en ağırını ödemekteyim küçücük bedenimle, hem de başka bir toprak parçasının üzerinde annemin reva görüldüğü en ağır işkenceleri kaydetmekteyim güzel gözlerimle silinmemecesine belleğime...

Utanılacak hiçbir şey yapmadığı halde adı tam olarak yazılmayan F.T'yim ben, namus kisvesi altında töreye peşkeş çekilmiş, ve A.Ö'yüm; aynı zihniyetin insani tanımlaması olmayan davranışlarına maruz kalarak daha 16 yaşında anne belletilmiş...

Herkesim ben... kadın, erkek, çocuk, siyah, beyaz, ermeni, türk, yahudi, müslüman farketmez. Herkesi ve herşeyi görebildiğim, duyabildiğim, hissedebildiğim kadar herkes... Her türlü insanlık dışı söze, davranışa, harekete şiddetle karşı çıkabildiğim, tepki verebildiğim avazım çıktığı kadar karşı koyabildiğim kadar insan...

Adım Özlem ve öncelikle "insan"ım ben. Cinsiyetim, yaşım, rengim, dilim, ırkım hepsi sonra gelir...İnsanca olan, insana yakışan her sözü, davranışı, hareketi başımın üzerinde taşır, iyi ve güzel bellerim. Önünde saygıyla eğilirim...

Beni böyle kabul eden, duyan, gören, dinleyen, hisseden beri gelsin...

15 Eylül 2008 Pazartesi

GİRİT' te KIŞI YAŞAMAK

Sabah henüz olmamıştı! Sobada geceden kalma biraz sıcaklık hala duruyor. Pencereye yaklaştım dışarısı aydınlıktı ama sabah hala olmamıştı! Karın beyazlığı ve o muhteşem soğukluk hissi tüm bedenimi sarmıştı! Burnum akıyordu hafiften. Cama yaklaştım iyice, biraz araladım ve bahçedeki kar kokusunu ciğerlerime çektim! Sanırım yaşamak buydu! Hissediyordum her bir kar tanesini ve yaşamak için bir nedenim olduğunu!

Bu gün çok heyecanlıydım aslında! Sabah olmadan önce kilisenin hemen üzerindeki tepede buluşacağız onunla! Kimselere görünmeden gidip görüşmemiz lazım! Hemen üzrimi giymeye başladım! Çoraplarımı giyerken, ayaklarımın buz gibi olduğunu ellerim deyince hisediyorum! Yün çorap seçtim bu gün. Kar soğu da bir başka oluyor! Tüm şehiri örttü işte ve bir benim sevdam dışarda kaldı bu soğukta! Hemen giyinip kapıya doğru yöneldim! Kimseyi uyandırmamak için büyük bir titizlikle araladım kapıyı ve kendimi beyazların içine salıverdim!

Aslında çok soğuk dışarısı! Yalnız heyecandan olsa gerek ya da çok hızlı yürümekten terledim bile! Yazın da bir başka olur buraları aslında! İnsan sevdalanacaksa burada sevdalanmalı! Yürüken karla sohbet ediyordum sanki; her kart kurt sesinde bana birşeyler anlatıyor gibi, tarihten, bugünden, yarından...Kiliseye yaklaştım. Geceye tek delil ayak izlerim oldu! Tepeye doğru çıkıyorum, çıkarken bakıyorum ki ayak izleri var! Demek ki gelmiş! Ah bak nasılda heyecanlandım iyiden iyiye! Buluşacağımız yerden çok güzel gözüküyor şehir! Sanki tek sıra olmuş gibi ayaklarımızın altında bembeyaz bir deniz!

Yukarıya çıktığımda ayak izlerinin klisenin papazına ait olduğunu gördüm! Çok şaşırdım ve korktumda! Papaz bey beni karşıladı;

-Hayırdır bu saatte?

-Uykum kaçtı, şehri izlemek istedim!

-Biliyor musun? Ben hemen hemen her gün bakıyorum bu şehre buradan! Bu gün erken çıkıp bakmak istedim!

-(Bu gün he? dedim içimden) Bu günün bir özelliği var mı?

-Aslında var! Çok sevdiğim komşum dimitri istanbula taşındı bu gece! Ani bir karardı ve ailece gittiler!

-Ne?Nasıl? Neden?

Diyerek saçmalamaya başladım! Olamazdı! Daha dün akşam üzeri ayarlamıştık bu buluşmayı! Demek gittiler he? Şimdi ne yapacağım? Allahım! Sus pus olup kalmıştım öylece!

Papaz efndi biliyordu sevdamızı! Ben olduğum yere çöktüm, ellerim başımda beyazlar altındaki şehre bakıyordum ıslak gözlerle! Papaz efendi omzuma elini koydu;

-Evlat! Sen de falza kalma! Haydi iyi sabahlar! Dedi ve gitti...

Yalnız bir şehir ve yalnız bir ben! Girit sevdanı yaşamakta zor ayrılığını yaşamakta...

14 Eylül 2008 Pazar

Çikin Kurba

Saat 01:00, bir kaç adam var iskelede,
Herkes birisini bekliyor ve her birisi bir köşede,
Bir de bir kurba var, hemen iskele babasının üzerinde.
Sisli bir gece, hafif soğuk var ve biraz ürpertetircesine!
Yanaşıyor işte gemi, hareketlendi birden iskele,
Bir kurbağa kaldı geride ama onunda gözleri gemide,
Kurba dedimse, çikin bişey yani, nerden girdiyse bu şiire?
İniyor yolcular bir bir, ellerinde bavul dolusu hayalleriye,
Ve her hayal kavuşuyor bir bir bekleyenine.
Kalabalık yürüyorken "cork" diye bir ses!
Yoo! Çikin kurba değil o, kenarda kalmış çürük bir domates!
İskele boşalıyor işte,
Bir çikin kurba bir de küçük bir kız kaldı geride.
Yürüdü kız yavaş yavaş, döndü baktı gemiye,
Sonra çikin kurbaya yöneldi niyeyse?
Çükün kurbanın gözleri büyüdü, başladı titremeye,
Küçük kız, hızlandı ve yanaştı iyice,
Uzattı elini çikin kurbaya, yanaştırdı çikini göğsüne,
Baktılar biraz uzunca,
Küçük kız kurbanın, çikin kurba kızın gözlerine,
Uzattı dudaklarını küçük kız,
Öptü çikin kurbayı, onu çok özlemişcesine!
Birden ışıl ışıl oldu tüm iskele, şaşırdı şair bu işe!
Bir baktı ki; Çikin olmuş bir prens!
Küçük kız olmuş prenses! Vay be!
Yalan değil tüm bunlar,
Bakıyorum inanmıyorsun, söyle niye?
İnanmassan atla bir gemiye, gel bu iskeleye,
Çikin kurbayı, küçük kızı bulamassın ama,
Dilden dile dolaşan hikayeleri yayıldı her yere...

12 Eylül 2008 Cuma

Tuzlu ve Islak

Ağlarken, gözlerinden yaş yerine dökülen bendim sanki! Her bir damlası ve tuzu, adımdı sanki, sessicce haykırdığın! Tuzlu ve ıslak! Nefes alırken, tam göğsünün ortasında şişip inen bendim sanki! Her nefes alışında içine dolan ben, her nefes verişinde senden ayrılan ben! Bir nefeslik ömürdüm belki! Bir nefeste tüm damarlarına dağılan, kalbine giden kandım! Gözyaşındım, tuzlu ve ıslak!

Ben sana hep kendi açımdan baktım oysa, bencillliğin daniskasıyım işte! Kendi dünyam, kendi hayallerim, kendi arzularım! Kendi içimde bir sen! Oysa önemli olan, sende bir ben yaratabilmekti! Senin tüm dokularında, beş duyu organında, duymayan organlarında! Kendimde bir sen zaten varken, sende bir ben yaratmalıydım aslında! Bencil! Ben ve cil, iki hece ve ikiside ben!

Aslında ağlayan ben olmalıydım, gözünden akan değil, gözümden akan olmalıydın! Tuzlu ve ıslak! Ağlamak rahatlamaktır, oysa ben ağlarken hiç rahat değildim! Çünkü sen rahat değildin! Ölüm sessizliğiyken gecelerin, çoşkun ağlamalarla kutladım yalnızlığımı, bencillik işte! Aslında ben hep kendime ağladım! Sana olmalıydı tüm ağlamalarım! Tuzlu ve ıslak!

Öylesine..eklemek geldi içimden :)

İzin verme..

Isıtan bir güneş bekliyor seni dışarıda, tüm gölgelerin ardında.
Ve çiçeklenmiş ağaçlar, kokularını sana sunuyorlar.
renklerini sana.
Umutlarına sarınarsan,
Kaybolup gidecek korkuların.

İzin verme..

Kimsenin,
H i ç kimsenin,
Kendini kötü hissettirmesine,
Kötüye sevketmesine,
İzin verme.
vv.Haziran 2008

11 Eylül 2008 Perşembe

Bazen birkaç satır yazı, birkaç mısra şiir bana rehberlik eder..Günümü bu sihirli kelimelerle kurtarırım..İşte sevgili Can Yücel'in aşağıda yazmış olduğu nasihatler benim için gerçekten sihirliler..Hepsini yapamasanız bile en azından bir kısmını bile yapmaya çalışırsanız kendi mutluluğunuza şahitlik yapacaksınız emin olun...
Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama
Yarım saat erkene kurulsun saatin
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencereni aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine..
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hattâ daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de
Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hattâ üşü hava soğuksa
Yürü, yürürken sağa-sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al..
Sonra şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı, sen çok darda iken kimler seni ferahlattı,
hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle lâf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak.
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun..
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illâki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları bardakları misafire
Sizden âlâ misafir mi var bu dünyada
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun..
Arkadaşım,hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illâ ki sağlık!

Can Yücel

Kucak dolusu sevgiler...

9 Eylül 2008 Salı

Allah Rahmet Eylesin!

Yokuşu pek gözümü korkutmamıştı, ne de çamurlu yolu. Yürüyordum ağırda olsa, cebimde umutlar, dilimde inceden bir türkü! Gülüyordum yalnızlığa, içimden gelerek ve çoşkuyla! Ne olacak ki? Nasılsa az sonra varacaktım. Ayakkabılarım çamurdan kalkmaz oldular ama içimde sana kavuşmanın heyecanı vardı pek aldırmadım! Biraz serindi hava! Burnum kızarmıştır kesin, birazda akmıştır! Kazağıma silip bir gülüş daha patlattım bu hayata! Geliyorum işte ağırdan da olsa!

Hayal kuruyorum yürürken! Elimde bir büyük kese kağıdı var.İçinde bir şişe şarap, biraz meyve ve belki romantizime ortak olur diye iki de ucuz yolu mum. Aslında içim yanıyor alev alev, mumlar bari kıskanmasa! Çokta sesiz bir yol bu, bazen bakıyorum şöyle dağın yamaçlarına doğru. Kim bilir orada da ne yangınlar var, maviye hasret yürekler! Vay be diyorum! İnsan yaşamalı her anı doyasıya! Zamanın zerresini titizlikle harcamalı! Geliyorum işte ağırdan da olsa!

Yaklaştım artık iyice, çok garip oluyor içim! Birden nedense boğazımda düğümler olmaya başladı! Heyecandan biliyorum! Daha bakmadan gözlerine, gözlerine bakmanın hayali işte! Duymadan daha kokunu, kokunu duymanın hayali! Sarılmadan sana sıkıca, sıkıca sarılmanın hayali! Derin bir nefes alıyorum, biraz öksürüyorum ama hasta değilim, sesimi ayarlıyorum sana seslenirken hata yapmasın diye! Üstümü başımı düzelttim, kazağıma sürdüğüm burnumun izlerini saklamaya çalışıyorum! Neyse heyecandan iyice karıştırdım izleri! Kapının önündeyken evin hemen sağındaki boş sandalyeye bakıyorum göz ucuyla, gülümsüyorum kendi kendime! Ya varya seni çok seviyorum! Geldim işte ağırdan da olsa!

Kapının önündeyim, geldim işte içeri girmeliyim! Çalıyorum kapıyı ve heyecanım kat kat arttı! Şimdi ağlayacağım nerdeyse! Ama kapıya vurur vurmaz, kapı ince bir gıcırtıyla açıldı! Korku filmi mi? Yok değil! Herhalde açık unuttun sanıyorum! Biraz korku biraz da heyecanla tam açıyorum kapıyı azına kadar! İçeride pencere açık, perde rüzgardan sallanıyor hafifçe, senin orada olduğunun tek delili kokun! Yoksun! Dizlerim çözülüyor, ellerimdeki herşey yere düştü, ben dahil! Çok derin bir sessizlik var! Rüzgarın sesi, kapının ince gıcırtısı ve kokun!

Bir küçük kağıt parçası düşüyor masadan rüzgarın etkisiyle. Gzölerimi silip, suratımı düzeltip kalkıyorum! Hemen pencere önündeki divana oturuyorum! Bir elim azımı kaparken diğer elim bacaklarımla karınımın arasında! Sıkıyorum kendimi haykırarak ağlamamak için! Derin bir nefes daha alıyorum! Ne yazdın acaba? Okuyorum...Ağırdan da olsa gelmiştim oysa!

Hayat bir umut, bin umut, milyonlarca umut! Gözyaşları bir hece, bir kelime, milyonlarca cümle! Yalnızlık tek! Gece ve yıldızlar bir resim, bir masal, bir hikaye! İnanmak, sadece sana ve olanlara! Ölmek, parça parça olmak, milyonlara bölünmek! Her birisini alev alev yakmak sonra ve yaşamı avuçlarında toplayıp savurmak gökyüzüne! Hepimiz öleceğiz! Her yaşamın bir sonu var elbet! Ölüyorum ağırdan da olsa! Gömüyorum her bir umudun cesedini ve her bir masalın kefenini dikiyorum! Sana olan her duygumu koyuyorum bir bir tabutlara! Son yolculuk bu, hakkımı helal ediyorum tüm anılarıma, iyi bilirdim hepsini! Allah Rahmet eylesin!

ÜZGÜN ABLA :((

Ben artık sinirli değil üzgün bir ablayım sanırım. Alaaddin olmadan buraya yazmak hiç içimden gelmiyor artık :((

2 Eylül 2008 Salı

MÜZİK YA DA GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİ...

Teknolojiyle pek fazla haşır neşir değilimdir. Kendisinden tabiki hoşlanırım ama aramızda tutku dolu vazgeçilmez bir bağ yok ve asla da olmadı. Gündelik yaşama dair -olmazsa olmaz- araç ve gereçlerin benim elime, keyfime, zevkime uygun olmaları ve işimi görmeleri hep yeterli olmuştur benim için. Üst modellere ve daha da ötesi kavramlara dair ilgim ve bilgim olmamıştır ne yazık ki. Hatta böylesi muhabbetlerde kendimi üvey evlet hissedecek kadar uzak kalmışımdır günümüz teknolojisine...

Evimin ve işyerimin ayrı yakalarda olmasından dolayı haftanın 6 günü ve her günün yaklaşık 4-5 saatini toplu taşıma araçlarında geçiren biri olarak teknolojinin toplu taşıma araçlarına yansıma biçim ve oranıyla ilgili ister istemez bilgi sahibi olmaktayım. Sanırım son dönemlerde bu anlamdaki en kayda değer değişme, -otobüste kitap okuma- trendinin yerini -ipod veya cep telefonuyla müzik dinleme-nin almış olması. Hala benim gibi ısrarla kitap okuyanlar olsa da, bu sayı günden güne azalmakta ve neredeyse bir elin beş parmağını geçmemekte ne yazık ki. Bu konuda yorum yapmak ne kadar doğru olur bilmiyorum aslında. Sonuç olarak bu bir tercih meselesi ve kimseye kitap okumak yerine neden müzik dinliyorsun deme hakkına sahip değilim. Hem her an her yerde müzik dinleyebilme özelliği ile her an her yerde kitap okuyabilme özelliği de tamamen farklı şeylerdir. Kitap biraz da yapısı gereği daha sessiz, rahat, uzun ve kesintisiz zaman dilimlerini tercih eder okunmak ve hazmedilmek için...Ve tabi ki herkesin benim gibi kitap okurken kendini kaybedip, dış dünyayla bağlarını koparma özelliğine sahip olmasını bekleyemem. Sırf bu yüzden kaçırdığım durakların, söylendiğim şoförlerin, yediğim azarların haddi hesabı da yoktur. Eee diyecek birşey yok tabi ki, ne de olsa bu da benim tercihim...:))

Ipod ve benzerleri, kullanım hatası sonucu sağır yapmak, dikkat dağıtmak vb yan etkilere sahip olsa da, bitmek bilmeyen yol ve trafik sıkıntısını bir nebze azaltan bir araç aslında. Bir adı -eziyet- olan İstanbul trafiğine kısmen neşe ve eğlence katan bir faktör, bir nevi zamandan tasarruf...Bu nedenden ötürü de, hem kullanıcı sayısı gün ve gün artmakta hem de kullanan profili büyük bir çeşitlilik göstermekte. En son geçen hafta 70 yaşlarında ak saçlı, nur yüzlü bir dedenin kulağında ipod vardı mesela :))

Fakat hemen hemen her konuda olduğu gibi bunda da yazık ki sınırlarımızı zorlamaktayız. Her gün ev-iş arası mekik dokurken, kendi ipod'um olmadığı halde, olanlar sayesinde Serdar Ortaç'tan Metallica'ya kadar binbir çeşitte şarkıcı ve grup dinlemekten gerçekten sıkıldım ve yoruldum. Kulaklık bireysel bir aksesuardır ve kişi kendi şahsına yönelik kullanır. Ama son dönemlerde, kendi şahsi kulaklıklarını bir radyo istayonu gibi kullanıp yayın yapan ve çevresindeki herkesi bu yayını dinleme mecburiyetinde bırakan kişi sayısında müthiş bir artış var ne yazık ki. Hele ki toplu taşıma araçlarında metrekareye düşen insan sayısını göz önüne aldığımızda kulak başına düşen -fm- sayısı da oldukça fazla olmakta...

Dediğim gibi herkesin tercihi kendinedir. Müzik dinlemek isteyen, istediği yerde ve şekilde müziğini dinler. Kimin hangi tarz müziği dinleyip hangi sanatçıyı sevdiğine karışamam. Serdar Ortaç dinleyene de, Metallica'yı sevene de bana uymasa bile, laf edemem. Saygı duyarım. Duymam gerekir. Ama müzik dinlemek ve gürültü kirliliği yapmak farklı şeylerdir. Müzik dinlemek yerine gürültü kirliliği yapmaya, ve bu kirliliğe beni maruz bırakmaya da kimsenin hakkı yoktur. İşte bu konuda da ben saygı beklerim.

Lütfen sınırlarımızı bilirken ve çizerken biraz daha dikkat edelim. Hem de her konuda...

1 Eylül 2008 Pazartesi

Solan Çiçekler

Solan çiçekleri topladım, açanların aksine! Her solan senin yüzündü bana, açan tüm çiçeklere düşman oldum! Sen solarken onlar nasıl açarlar? Soldun, baktım yüzüne ağladım! Sustum, tuttum ellerinden, bıraktın! Kalktım gidiyorum dedim, bakmadın! Solan çiçeklerin hepsini topladım ve bağrıma bastım. Bastım ve ağladım.

Yağmurlarla yıkanmış bir gönül seninkisi, kendi efkarında boğulmuş gitmiş bir yalnız kayık misali! Kürekleri kırılmış, boyası dökülmüş, dümeni zaten yok! Kıyıdan baktım sana, çaresizliğine kulaç attım, yüzdüm sana, delice yüzdüm. Ağlayarak yalvardım! Elini Uzat! Elini Uzat! Döndün arkanı, sustun! Bıraktım kendimi mavilere, senin yalnızlığında boğuldum!

Çaresizliğin ilk sırasındayım, gözlerine bakmanın son! Sıra bana gelse bile kaparsın sen gözlerini, ben gözlerimden akan boncuklardan kolye yaparım! Sen susarsın, ben susarım. Sen dalarsın uzaklara, ben ağlarım. Siyah düşleri, maviye çevirmek isterim ellerinden tutup, tutmassın, ağlarım! Solan çiçekleri topladım, açanların aksine! Her solan senin yüzündü bana, açan tüm çiçeklere düşman oldum!

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Gitme!

Olur! Oluyor! Herkese oluyor böyle şeyler! Yaşamın kıyısında bir uçurum arıyorsun, tüm yaşadıklarınınla birlikte, bedenini atıvermek bir kerede! Sonsuzlukta uçarcasına çekip gitmek hayattan! Şarkıları, masalları, şiirleri, çocukların gülümsemelerini, doğan güneşi, yakamozu terk etmek! Bırakıp gitmek kolay! Yaşam bir avuç suda balık misali bazen! Çırpın dur işte! Yalnız kalırsın, çaresiz ve sonsuzlukta uçarcasına çekip gitmek istersin hayattan! Saçmalama!

Hem, biliyor musun? Güneşin ilk doğuşunu seyretmek çok güzel! Şehir tamamen uykudayken, şakacı bir çocuk gibi ufuktan yavaşça doğrulur güneş. Tüm kuşların dedikodu sesleri vardır akşamdan kalma düşlerden, biraz serindir hava ve güneş umuttur tüm üşümelere! Bu güneş çok şakacı! Akşam giderken de içimizi kaplar sevgisi ve sıcaklığı! Gökyüzünü kırmızıya boyar yavaş yavaş! Herkes bilir, ufukta tüm umutlar! Her gün sadece bu iki an için bile yaşamaya değer! Gitme!

Hem biliyor musun? Sabah kahvaltılarında yumurta çok güzel olur! Rafadan olacak mesela, kabuğun üst kısmını kırıp, kaşığı daldırıp atacaksın ağzına, sıcak çaydan bir yudum, biraz peynirden! Belki sıcak simitte vardır! Kahvaltı sonrası dirseğini masaya dayayacaksın, bir ayağını karşı sandalyeye koyup bir sigara yakacaksın! Her nefeste, doymuşluğun mutluluğu ve yeni günün huzuru dolacak içine! İçinden atar bigi atacaksın dibinde biraz çay kalmış bardağın dibine izmariti, "coss" diye çıkan sesi dinleyeceksin! Bir sonraki kahvaltıyı bekleyeceksin heyecanla! Her gün sadece bu anı yaşamak için bile yaşamaya değer! Gitme!

Çok fazla güzel şey var! Yaşamaya değer inan! Evet, acılar, dertler, olumsuzluklar da çok be! İnsanın üzerine üzerine geliyorlar, yıldızsız karanlık geceler gibi! Pes edip ne olacak? Gidip ne yapacaksın? Çok mu iyi olacak herşey? İki gün sonra unutulacaksın! Hayat iki gün de olsa yaşamaya değer! Kelebekleri düşün, ben senin için kelebek olmaya razıyım ömrüm kısa olsun ama seninle yaşayayım! Sen, kelebeklerden uzun bu ömrü neden bırakıyorsun? Yaşamanın amacı olmalı, anlamı olmalı! Ölümün anlamı sadece yokluk! Sonsuzluk ve sonsuzlukta son yoktur! Beni sonsuz yanlızlıkta bırakma! Gitme!

Tüm dünya yıkılsa, çareler tükense, yarınlar olmasa da, uçurumun kenarındayken bile inadına yaşamayı isteyeceksin, yaşayıp var olmayı! Varlığınla yaşama yaşam katmayı! Herşeyi baştan yaratacaksın, tüm düşleri en baştan kuracaksın, güneşleri yeniden doğuracaksın, geceleri yeniden yaşıyacaksın! Sımsıkı tutup hayatın saçlarını, inadına güleceksin! Kimseye yenilmeden, ezilmeden, pes etmeden! Hadi tut ellerimi, gitme! Sadece gitme!

28 Ağustos 2008 Perşembe

Kalabalığımdaki Yalnızlığın Sinir Bozuculuğu




















Sessizce uyuyor ruhum,gizleyerek söyleyemediklerimi
sonra bir uyanıyor gögsüm darmadağın!

Bir sızıyı taşıyorum içim de...
Bir isyanı!

daha çok yazacaklarım var belki,sitemlerim,istemlerim...
Göl,gece,ay...
Şiirlerim de saklı iç çekişlerim,keşişlerin geçtiği bir baran alnım.

Nereye kaçsam yalnızlığımı alıp, yanım da o büyük kalaBALIK!
Sıkıldım kalabalıktan!
İçimdekileri haykıramamaktan!
Niye etiketledim ruhumu?
Neye biledim bu kalbi?
Niye taşıyamadım yalnızlığı mı?

Uyan,deli ruh!...
Sıkıldım ben uyan.



RoyalRojana

DO NOT FORWARD PLEASE !

Beenmaya sanal kısmet açma zinciriyle ilgili eleştirel bir yazı yazmış, görünce ben de onun gibi ellerime ve sinirlerime hakim olamadım, gelin beraberce bu insan modelleri bir inceleyelim derim.

Oldum olası gereksiz e-posta iletme işine karşıyım. Herkese paylaşmaya değer birçok e-posta geliyor hergün. Ama bazıları bunu hem duygu sömürüsü haline getirdi hem de çocuk oyuncağı etti. Bana birşey iletmeyiniz rica ediyorum!

En çok iletilen Z-I-R-V-A-L-A-R şunlar:

- Bu postayı veya tweety kuşunu ben dahil en az 15 kişiye göndermezsen talihin kapanır hatta ölebilirsin, yaşadım ordan biliyorum. ( Henüz hiç göndermedim, yaşıyorum, hiçbirşey olmadı)

- Ekte resmi bulunan çocuğa acil x grubu kan lazımdır, lütfen herkese iletiniz!
( Çocuğun babasının diye verilen telefonu aradım, adam bana küfür etti, çocuğu öleli yıllar olmuş.)

- Bu postayı şu kadar kişiye göndermezseniz, hotmail paralı olacak. ( Yok ya? )

- Bu postayı şu kadar kişiye gönderirseniz Nokia size telefon verecek. (Peki)

- Bu postayı her gönderdiğiniz kişi başına xx şirketi size şu kadar para verecek. ( züğürt teselisi)

- Bu postayı her gönderdiğiniz kişi için, ekte resmi bulunan muhtaç yavrucağa Unicef bağış yapacak. (Yok daha neler)

- Bu hafta arkadaşlık haftası, sana bu postayı seni sevdiğim için gönderiyorum, sen de eğer beni seviyorsan bu postayı bana geri gönder de senin de beni sevdiğini anlayayım. Ve benimle birlikte diğer sevdiklerine de göndermelisin. (Bunu gönderen benim arkadaşım olmuş olamaz, ilişkileri gözden geçirmeli )

- Benzin fiyatlarının düşmesini istiyorsan, sadece A ve B şirketinden benzin al ! (Belli ki A ve B şirketlerince düzenlenmiş dezenformasyon, C ve D şirketlerini neden yazmadınız o zaman ki? )

Bir de bunun SMS versiyonları çıktı:

- Arapça yazılar ve takiben şu not: Bu dua Mekke'den geldi ve devam ediyor, dualarının kabul olması için bunu telefon listendeki herkese göndermen gerek, sana geldiyse mutlaka göndermelisin, zinciri bozarsan duaların kabul olmaz ve lanetlenirsin.

Efendiler !
Bittim gari, yeter, siz hepiniz balataları mı sıyırdınız?
Lütfen artık aklınızı başınıza devşirin.
İletmeyin kardeşim ! Hiçbir şey olmayacak, şahsen teminat veriyorum, birşey olursa gelin beni bulun, bana hesap sorun ! Şansınız da kapanmayacak, koca da bulacaksınız, lanetlenmeyeceksiniz de, hiçbir şey olmayacak ! Söz veriyorum !


- Yahu bunca büyük düzeni, evreni yaratan, sizin şansınızı e-posta iletmeyle veya sms yolu ile açma gibi bir sistem entegre etmiş olabilir mi ?!

- Bunca profesyonel çalışan şirketler, bazı hizmetleri paralı yapmakla ilgili bir konuyu dandik e-posta zincirlerine bırakmış olabilir mi ?!

-Yine bunca profesyonel çalışan şirketler, kendi pazarlama politikalarını e-posta zincirlerine bağlayıp da, e-mail gönderene para verecek kadar dünya boyutundan kopmuş olabilir mi ?!

- Benim arkadaşım dediğim kişi, benim onu sevmemi, kendisine e-postayı geri iletmemle anlayacaksa, o benim arkadaşım olabilir mi !?

- Acil kan arayan bir baba, Kızılay veya Kan Merkezlerini bırakıp, e-postayla ilan vermiş nasıl olabilir ?!

Bazıları da bunlara inanmayı kendine yediremez ama diğer yandan ya tutarsa diye korkusundan not yazıp gönderir: "Ben inanmıyorum ama geldi bir kere, ben de göndereyim dedim." Kendin düştün, beni niye çekiyorsun güzel kardeşim?

Hele ki bana bebek resimleri ileten erkek cinsinden dostlarımıza gerçekten deli oluyorum. Oldu olacak kendi odanızı da pembeye boyayın. İş iyice cıvıklaştı çünkü.

Bu işin birkaç amacı var sadece, okuyalım ve öğrenelim:

1- Ard arda iletilen e-postalardaki emailler bir güzel e-mail cd'si satan firmalarca alınır ve satılır. Siz de hala kendinize niye bu kadar çok spam geldiğini düşünür durursunuz. Niye acaba dersiniz, tweety kuşu yüzünden olmasın sakın? Bu zinciri başlatanlar zaten bu firmalardır.

2- Zincir sms yoluyla dua diye birşey, ancak gsm operatörlerini sms zengini yapar, size de katkısı telefon faturanızda bolca görünür.

3- Hackerlar bilinçli olarak internet sistemini yavaşlatmak, sabote etmek için hasta ruhlu eylemlerde bulunurlar. Bunun için de bu gibi dosya ekli e-posta zincirlerini kullanırlar.

4- Yine hackerlar, virüs soslu ekli dosyaları bir güzel size gönderir, siz talih kuşunuzun getirdiği dosyayı açıp bilgisayarınızdan olursunuz. Geçmiş olsun.

Acil şifalar dilerim.

Zamansız

Zamansız, plansız yaşamak! Geç kalmak çoğu şeye ya da erken gitmek! Yola devam ederken arkana bakmak, arkada kalıp gidene bakmak! Cebinde dünden kalan çekirdekler belki bir avuç fındık! Kime vereceksin? Kimse var mı? Bazen de cep delik ya, dökülür hepsi farkında olmazsın!

Kuşlar uçarken izlemek var, gökyüzünün mavisinde süzülürlerken kıskanmak! Bir iç geçirip sigaradan bir nefes çekmek! İstenilen uçmak değildir aslında, uçup uzaklara gidebilmek! Her şarkının ruhu bir başkadır dinleyene, kimisi öksüz sevdasını bağrına basar, kimisi bir yaz akşamında batan güneşi! Göz yaşlarının yağmura karıştığı zamanlarda, bir sen dolar içime. Zamansız ağlamalarım nisan yağmurları oluverir! Nisan kıskansa da bu durumu kısa sürer bilir! Aslında dört mevsime baş kaldırdım çoğu zaman ve yine onların koynunda büyüttüm sevdamı! Nankörlük yapmadım şaraba hiç bir zaman! Bir iskele, gece sisli bir bekleyişten sonra kavuşulan umut gibiydi sana kavuşmak! Tüm kelimelerin yokluğunda, bir tek ismin vardı aklımda! Zamansız!

Kavuşmak ister ayrı olanlar, durup beklemek boğar yanlızlıkları ve can çekişirken tüm şarkılar, gece içini kaplar! Yıldızları sönüktür ve sessiz, kimsesiz! Durup üzülmek yerine, doğrulmalısın gecenin içinde. Her bir yıldızı sen yakmalısın özlemlerinle ve her bir geceyi sabah yapmalısın sevginle! Avuçlarında sımsıkı tuttuğun hasreti bırak! Sadece yaşama sevinci olsun ellerinde ve sür yüzüne! Bereketlidir Aşk, sen ek sadece, sabır tohumlarını.

Köpüklü bir deniz, bir çoşkun mavide beklerim seni! Kırık dökük zamanlarda, zamansız gemilerle gelmeni beklerim! Gelmesen bile gelme ihtimalini beklerim ve severim! Akşam olur pencerede beklerim, gece olur yıldızların altında beklerim, sabah olur mavinin kıyısında beklerim. Seni beklerim ben, zamansız...

SANAL KISMET AÇMA ZİNCİRİ(YMİŞ)

"Sanal kısmet açma zincirine hoş geldiniz!!!!!!!!

Öyle birini bulunki ;Size içten bir şekilde güzel olduğunuzu söyleyen;Telefonu suratınıza kapadığınızda sizi geri arayan ; Sizin uykuya dalmanızı seyretmek için uyumayan;Sizi alnınızdan öpen; Size en zor anlarınızda,sizi bulutların üstünde çıkarmak isteyen; Arkadaşlarının önünde elini tutan; Öyle birini bekleyin ki; Size durmadan size sahip olduğu için kendini şanslı saydığını veya ne kadar önemsediğini hatırlatan; Arkadaşlarıma dönüp 'aradığım o.....' diyen.....Eğer bunu açtıysanız bunu geri yollamalısınız yoksa hayatınız boyunca kötü Şansa mahkum olacaksınız.Bu geceyarısı gerçek aşkınız sizi farkedecek.....Yarın 1:42 civarı başınıza güzel birşey gelecek; bu heryerde olabilir.Yani hayatınızın en büyük şokuna hazır olun.Eğer bu zinciri kırarsanız, hayatınızın en önemli döneminde aşkınızla ilişkinizde problemler çıkmak üzere lanetleneceksiniz.Bu zinciri sürdürebilmek için 15 dakika içinde 15 kişiye yollayın. "

Az önce mailbox'ıma bir arkadaşım tarafından durumun vehametini göstermek niyetiyle yollanan bir mail bu. Bu tarz zincir modelli mailler hepimizin mailbox'ını en az bir kez ziyaret etmiştir buna eminim. Ama bu seferki gerçekten özellikle konusuyla beni çok ama çok sinirlendirdi. Sahi bu nedir arkadaşlar? Biz napıyoruz, her şey bitti de, hiç uğraşacak işimiz gücümüz yok da bunlarla mı vakit kaybediyoruz? Yoksa biri bizle ciddi anlamda dalga mı geçiyor, biri bana anlatabilir mi???

Not: Ha bu arada bu maili saadet zincirine uymayarak kimseye yollamadığım gibi bir de üstüne üstlük burada yazma ve eleştirme gafletinde bulundum. Sanırım bundan sonra ben lanetlenip evde kaldım :((

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Çocuğunuza Sahip Olun !

Alaaddin'in sinirli ablası olarak ekibe katıldım ya,aynı gün yazmaya başladım.Hadi hayırlısı.Demek ki çok doluyum : )

Gerçekten de sinirlendiğim o kadar çok şey var ki şu hayatta,hangisini yazacağımı,hangisinden başlayacağımı bilemedim resmen..Sinirli deyince de sakın şöyle zannedilmesin ha..Huysuz,durduk yerde herkese çatan,haksızlık yapan..Değil !! Tam tersi,tamamen tersi hatta.
Bendeniz kendi halinde,kimseye zararı olmayan,insan haklarına son derece önem veren ve insanları sevmeye çalışan iyi niyetli biriyim.Keşke öyle olmasaydım.
Neden?
Böyle zararsız insanların daha beter üstüne geliyorlar ''Ses çıkarmaz'' diye de ondan.Daha Türkçesi ''İnsan olduğuna pişman ediyorlar'' diyebiliriz.
Aklıma geldikçe sinirlendiğim olayları,başrol oyuncularını yazmaya çalışacağım buraya elbette.

Şu an için aklıma gelen: Annesi tarafından ilgilenilmeyen çocuklar...
Iyyk..Hiç sevmediğim bir durumdur. Hatun kişi tutar elinden çocuğunun ya da çocuklarının,arkadaş ziyareti olarak size gelir.Daha doğrusu kurban olarak sizi seçmiştir.Çünkü elindeki canavarlar için yeterli oyun alanı,lunapark benzeri yerler bulunamamış olduğundan siz ve eviniz merkez üssü olarak seçilmiştir.
Daha kapıdan girer girmez ''Savulun lan!''dercesine annesinin elinden kurtulup doğru hedeflediği''mutfak''ya da ''banyo''veya bilgisayarın bulunduğu odaya doğru uçmuşlardır bile.
Ya çocuktur tabii.Ses çıkarmazsan uçar da göçer de..Bu arada dönüp annemize bakıyoruz: Gayet mutlu..Yuhh yani !!
Mecbur muyum ben be kadın senin çocuklarına evimi tarumar ettirmeye ? Mesut mutlu yılışacağına,bana ayıp olmasın diye bari ufacık bir tembihte bulunsana !

''Bir dahaki gelişine kabul etmemeliyim bu kadını!''diye her seferinde yüz kere aklımdan geçse de yine kurbanı olurum böyle gafil avlanarak..
Koltuğa kurulan hanımefendi artık sizden hizmet beklemektedir bir de. Çaylar,tatlılar,tuzlular,ikramlar..Saçtıkları güzellik öylesine parıltılı ki kesinlikle şahane ağırlamalı bunları !
Bizde de çocuk var ya.Böyle ziyaretlerde hayatımda bir kez bile ben demeden yanımdan kalktığını görmedim. Terbiye etmeyle ilgili olduğu kesin,hatta yüzde yüz.
En çok da bu yüzden kızıyorum ya. Lütfen çocuklara biraz tembih ve telkin. Onların fazla bir suçu yok. Suç sizde,rahatlığınızda,sorumsuzluğunuzda.
Böyle vurdumduymaz annelere (!) çok sinirleniyor ve şiddetle kınıyorum.

24 Ağustos 2008 Pazar

Falcı

http://photos-h.ak.facebook.com/photos-ak-sctm/v43/215/16340935175/app_3_16340935175_1904.gif




''Fal'a inanma Falsız da kalma'' derler...

Eğer hayatım da bir yakışıklı varsa her içtiğim kahve fincanını kapatır,
fal bakmayı bilmeyene bile fal baktırmaya çalışırım.

Belki,arkadaşlar bu huyuma çok sinir oluyorlardır.
Kim bilir?
Gerçi anlıyorum artık ziyaretlerine gittiğim de ya da bize geldiklerin de ''Nescafe içelim mi'' diyorlar. Ben de şakayla karışık,''olur,falıma bakıcaksan''diyorum.

Fal bakma ya da baktırmanın da ötesin de daha fincanı açar açmaz;

''kızzz,senin çok fena için kararmış,göz yaşın var''
vs. şeklin de olumsuz ve üzücü yorumlar yapan falcılara sinir oluyorum.

Maksat muhabbet be yaw,bırak ağzın dan bal damlasın...

Kasma beni!

Bir de sağlam sallayanlar vardır,
öyle kötü şeyler söylerler ki anın da bir telefon açıp bırakasınız gelir sevgilinizi.

Falcıların,Fal bakanların kötü yorumlarına sinir oluyorum.

Fal bu sonuçta anlat tatlı tatlı gönüller hoş olsun,dimi?

RoyalRojana__M__







12 Ağustos 2008 Salı

BOŞLUK DOLDURMACA

İngilizce dersini pek sevmezdim, yalan yok. Zorunlu olarak okutulduğu için mi (zorla yaptırılan hiçbir şeyden hazzedilmez ne de olsa), sanki türkçesini bir çırpıda çözüvermişim gibi matematikle fen dersinin de İngilizce olarak okutulmasından mı, kendi dilime daha doğru dürüst hakim değilken neredeyse Türkçe dersi kadar, hatta daha bile fazla, İngilizce dersinin olmasından mı bilmiyorum, belki de hepsinden bir parça vardı bu sev(e)memenin içeriğinde. Hele “fiil in the blanks” denen boşluk doldurma olayı vardı ki, hani yazılıların vazgeçilmez ve de en fazla puan getiren bölümlerinden biriydi ve hatta İngilizce seviyen bir süre sonra bu boşlukları ne kadar doğru kelimeyle ve ne hızda doldurduğunla ölçülüyor olurdu, işte kendimi o nokta nokta ile gösterilen boşlukları doldururken hep, tam tersi eksiliyormuş gibi hissederdim. Sahi neden ben, bana ait olmayan, benden çıkmayan, anlamını bile çoğu zaman tam olarak kavrayamadığım bir kelimeler topluluğunda “tamamlayan” olmak zorundaydım ki...

Bugünlerde sık sık o zamanlara geri dönmüş gibi hissediyorum kendimi. İşyerinde, evde, arkadaşlarımın arasında, yaşamaya çalıştığım bu hayatın içinde, yaşamayı düşlediğim diğer hayatın peşinde “fiil in the blanks”lerin o nokta nokta kısımlarına, ama doğru ama yanlış yazılmış kelimeler gibiyim. Kimi zaman gizli bile ol(a)mayan bir özne, bazen zamanı belirsiz bir yüklem ya da bir anda kimi neye bağladığı meçhul bir bağlaç oluveriyorum ve hep birilerini, bir şeyleri, bir yerleri, eksik kalan cümleleri, yarım bırakılan işleri tamamlayıp, hep birinin, bir şeyin, bir yerin, bir cümlenin, bir işin doğrusunu sağlamaya çalışıyorum.

Kendi hayatımı yaşamaktan ziyade, başka hayatların telafisi gibiyim. Sanki hayat denen yap-boz oyununda eksik olan tek parça benim elimdeymiş gibi, sürekli başka yaşamları tamamlamam, açıklarını kapatmam, eksiklerini gidermem, söylenmeyenleri söylemem bekleniyor benden. Kafamdaki her bir düşüncenin, yapacağım her bir hareketin, ağzımdan çıkacak herhangi bir kelimenin bile, sanki benimle hiçbir ilgisi yokmuşcasına, bana ait değilmişcesine, dolduracağı, ekleneceği, tamamlayacağı bir başka yer çoktan hazırmış da o düşünce sadece beynimde doğmayı, o hareket organlarımca tanımlanmayı ve o kelime sadece ağzımdan çıkmayı bekliyor.

Oysa ben daha kendi hayatımı tanıyamadan, zaman o telaşlı elleriyle kendimle arama her gün aşılması biraz daha zorlaşan bir set koyuyor. Ve ben birilerini, bir şeyleri, bir yerleri tamamlamaya çalışırken, gitgide kendimden uzaklaşıyorum. Yavaş yavaş eksildiğimi hissediyorum, kendimden parçalar kaybediyorum her seferinde, içimdeki boşluk gitgide büyüyor. Kendi hayatıma geç kalıyorum göz göre göre ve zaman ellerimden kayıp gidiyor.

Ne yapmam gerek bilmiyorum. Aslında bilmediğim o kadar çok şey var ki. Oysa hatırlıyorum da, tam olarak bilmesem de, sevmesem ve kendimi hep eksilmiş hissetsem de, okul zamanlarında “fiil in the blanks”lerden hep geçer not alırdım. Geçen onca zamana rağmen elimde kalanlarla tekrar niyetlensem, kendi hayatıma sahip çıkmayı denesem tekrar, içimde ne var ne yok şöyle bir silkelensem...

Hayat da bir okul derler ya hani, sevmesem bile İngilizceyi, kırık notlarıma inat, sahi benim içimdeki boşlukları da doldurur mu şimdi...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Birer Birer

Şimdi birer birer çekilir gönüller,
Birer birer geceyi örterek üzerlerine,
Birer birer düşlere giderler,
Birer birer yıldızları dökeriz üzerlerine,
Birer birer gider gönüller,
Birer birer umuttur hepsi
Birer birer tükenen.
Birer birer dağılır şimdi,
Birer birer gider yolcular,
Birer birer gelirler sonra,
Birer dosttur, birer sığınak,
Birer birer bekleriz.
Birer birer...

12/08/08-01:12-Rize...

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Kalanlar Yarım!

Bak şimdi yarım bıraktık gene! "Kalk" dediler sofradan, "acil birşey var!" Kalktık ve çay yarım kaldı, ekmek yarım! Uykudaydık, uyandırdılar! Uyku yarım kaldı ve düşler yarım! Tuvalette sigara içiyorduk, sinirlice vurdu birisi kapıyı! Keyfimiz yarım kaldı!Sigaranın en keyifli yerinde otobüs geldi, sigaramız yarım kaldı!

Gecenin en güzel yerinde uykum geldi! Gece yarım kaldı! Yarım bir elma verdiler, yedim birazını, kapı çaldı gelen misafir! Bak elma yarım kaldı! Zaten yarımdı hepten yarım kaldı! Tam yazıyordum ne güzel! Elektirikler kesildi! Güzel kelimeler yarım kaldı! Aldın gittin kalbimi, bak şimdi yarım kaldım...

Yarımşar ekmekten iki döner ısmarladım, param bitmiş, tokluğum yarım kaldı! Yarım saat bekledim güneşin doğmasını, bulut geldi günüm yarım kaldı! Yarım gün tatilim vardı, işe geç kaldım, günüm yarım kaldı! Çorabımın teki yok, sigara bende de, çakmağı bulamadım! Televizyonu açacağım, kumanda yok! Bak boş zaman da yarım kaldı!

Resim çizeyim dedim, kalem kırıldı, şarkı söyleyeyim dedim sesim kısıldı! Susadım su içiyordum bardak kırıldı! Balon aldım havası söndü! Parka gittim yer yoktu! Çocuk oldum hiç gülmedim! Çocukluğum yarım kaldı! Bahçede türlü çiçek var, birisini kopardım, çok hoşuma gitti ama, diğerleri yanlız kaldı! Bak bu kez yarı kalmadılar, yanlız kaldılar! Aslında; ha yanlız kaldı, ha yarım kaldı! Kalanlar yarım...

7 Ağustos 2008 Perşembe

HP REZALETİ !

Yaklaşık 2 aydır neredeyse ruh hastası olmama sebep olmuş bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Ben çok uzun yıllardır saplantı halinde HP kullanıyorum, ne alırsam HP alıyorum. Bunun birinci sebebi ise, artık bilmiyorum şanstan mıdır, hiçbir şekilde en ufak bir problem yaşamamış olmamdı. Yani 2 ay öncesine kadar teknik servis yüzü görmemiş bir tüketiciyim :-) Etrafımda herkesi de şimdiye dek HP almaya teşvik ettim. Yoğun ısrarlara karşın özellikle dizüstü bilgisayar konusunda Toshiba’ya geçmedim, geçemedim, nasıl bağlı bir müşteriysem artık :-)

Gelelim konumuza. Benim emektar 4 yıllık HP dizüstü bilgisayarın hafızasını artırmaya yani RAM taktırmaya karar verdim. Bir iş nedeniyle yurtdışında olduğum için Hp Türkiye’yi arayarak bulunduğum yerin yetkili servisinin bilgilerini aldım. Ve macera işte bu anda başladı.

Bilgisayarı servise verdim, bir gün sonra gelip almamı istediler. Hazır elleri değmişken bir de format da atmalarını rica ettim. Ertesi gün almaya vaktim olmadığından servise eşimi gönderdim. Servise girdiğinde iki genç bilgisayarda oyun oynuyormuş, eşime binbir oflama puflama ile bilgisayarının hangisi olduğunu sormuşlar. O da sinirlenmiş, elindeki kağıdı vermiş. İki genç uzun zaman bilgisayarı aramış, sonunda çantasıyla birlikte yaklaşık on tane bilgisayarın altına atılmış şekilde bulmuşlar ve olayı hatırladıklarını ancak bakmaya vakitlerinin olmadığını, ancak 2-3 gün sonra bakabileceklerini, baksalar bile ellerinde RAM olmadığını, sipariş verseler uzun zamanda geleceğini ve bunun da yaklaşık 120 dolardan fazlaya patlayacağını, çok yoğun (!) olduklarını belirtmişler. Eşim de sinirlenmiş, bilgisayarı aldığı gibi çıkmış.

Yol üstünde gördüğü ilk bilgisayarcıya girerek, Ram taktırmak istediğini söylemiş, oradaki genç çantayı bir açmış, bir de ne görsünler, DVD kapağı kırık ve kapanmıyor, içinde de kırık plastik parçalar dolu !. Bunun üzerine Hp servisini aramış ama sorumluluğu kimse üzerine almayınca, eşim lanet ederek konuyu bıraktı ve o bilgisayarcıda RAM’i taktırarak eve geldi. Ben de bu konuyu bir hayli kafaya taktım, derdim yeni Dvd falan da değildi, derdim hatalıların en azından bir özür dilemesiydi ve bu kadar güvendiğim HP imajının bu tip insanlarca yıkılmasını önlemekti. Gönüllü HP elçisi olmak benim neyimeyse?! Oturdum konuyu hem Amerika hem de Türkiye HP’ye yazdım, anlattım. HP Türkiye beni birkaç defa aradı ancak hala bir sonuca ulaşılamadı.

Bununla yetinmeyerek, bulunduğum ülkenin Hp genel merkezine ulaştım. Teknik servislerin kalitesi ve hizmeti onların sorumluluğunda.Burada yetkili kişiden aldığım cevap şu oldu: “Teknik servisin hataları veya onların iyi hizmet vermesi bizi ilgilendirmez, onları kontrol etme veya uyarma işi de bizimle alakalı değil.” !

Bundan çok kısa bir süre sonra (1 hafta kadar) bilgisayar durduk yerde ısınmaya, kapanıp açılmamaya başladı. Biz de elimiz mecbur, denize düşen yılana sarılır hesabı, burada bu konuda herhangi bir uzman bulunmadığı için, düştük yine HP yetkili servis yollarına. Aldılar baktılar, ana kartı yanmış, 650 dolarcık gerekiyor dediler. Fakat bilgisayar arada kendi kendine açılıyor, kullanılabiliyor, yani sanki anakart arızası değil de chipset veya güç kaynağı ile ilgili bir şeymiş gibi duruyor. Fakat bunu onlara anlatmak güç çünkü kolay olanı alıp yenisini koymak ne de olsa ! Ve ayrıca onlara ilk götürdüğümde DVD kapağını kırmışlardı, don lastiğiyle tutturmuş dolaşıyordum kapağı ve şimdi bunların bilgisayarı açıp orasını burasını da daha önce kurcalamamış olduklarından nasıl emin olabilirdim ki? El değmemiş kızoğlankız bilgisayarım pert oldu çıktı !

Bunun üzerine ben oturdum Hp ye yeni bir yazı yazdım ve Hp servisi nedeniyle, sapasağlam bilgisayarıma Ram taktırma sevdamla, elimdeki bilgisayardan da olduğumu anlattım ve muhtemelen büyük olmayan arızasının Türkiye HP tarafından tamir edilmesini istedim. Bilgisayarı TR’ye götürecek birini de buldum. Ayrıca zaten yeni bilgisayar da almak istediğim için bir HP DV6760 siparişimi de aynı kişiye verdim. Ama HP’den bir telefon geldi ve kendilerinin kesinlikle ücretsiz olarak eski bilgisayarımı onaramayacaklarını belirttiler. Bu noktaya kadar hala insan hatalarının bir markaya zarar vermesine izin vermemeyi düşünüyordum. Yeni bilgisayarımı da 2500 YTL vererek almak üzereydim tam da. Tek istediğim eskisinin en azından tamir edilerek biraz gönlümün alınması idi. Ücretsiz tamir edemeyeceklerse bile, en azından bana jest yapıp birkaç kuruş indirim yaparlar da gönlümü alırlar belki demiştim. Ama HP için kendi hatalarına rağmen müşteri bağlılığının devamının bir önemi olmadığını görünce de, derhal sipariş verdiğim arkadaşımı aradım, bana Hp değil, taş gibi en iyisinden bir Toshiba almasını istedim, kaça mal olursa olsun. Bunu yaptığımı HP'ye de yazdım, Toshiba aldığımı söyleyip teşekkür (!) ettim, ama cevap veren dahi çıkmadı. Nitekim bugün yeni Toshiba bilgisayarım alındı, birkaç gün içerisinde elime geçecek.

O kadar problem yaşamama rağmen, ne olursa olsun yine marka alışkanlığımı değiştirmeye niyetim yoktu. Ta ki Hp bana son darbeyi vurana kadar. Internetten şöyle bir araştırdığımda, Hp mağdurlarının bir çok site açtığını, bir çok forumda yazılar yazdıklarını gördüm.

Bildiğiniz gibi Dell de çok iyi bir markadır. Dell’in daha ucuz olmasının tek sebebi yedek parça maliyetinin olmamasıdır. Yani teknik servisler, kurumsal müşterileri dışında yedek parça stoğu bulundurmazlar. Sizin bir arızanız olduğunda yurtdışına sipariş verilir, bu sipariş ortalama 3 haftada gelir. Teknik servis ve distribütörlerin yedek parça stoklama durumu olmadığı için de, bu maliyetin düşülmesiyle bilgisayarın da tüm dünyada fiyatı düşer.

Hp’nin de yedek parça bulundurmadığını ben bu maceramla öğrenmiş bulunuyorum.

Kıssadan hisse, hiç kimseye kesinlikle HP önermiyorum. Her şey alana kadar, aldıktan sonra rezillik diz boyuna çıkıyor. Dizüstü bilgisayar deyince, kesinlikle notebook’un tankı denilen Toshiba’dan şaşmamak lazımmış, bu da benim kulağıma küpe olsun. Nitekim yeni bilgisayarımı sipariş vermeden önce bilimum bilgisayar satıcılarını telefonla aradım ve hepsinin de ilginç bir şekilde benimle aynı fikirde olduğunu ve Toshiba’yı tercih etmem gerektiğini önerdiklerini gördüm. Ne oldu, aslında HP görünüşte bir tek müşteri kaybetti gibi görünüyor ama işin aslı öyle değil. Ben de bilişim sektöründenim ve tanıdığım tüm firmalar bir şey alırken bana da fikir sorarlar. Elbette artık ben de gerek Internet vasıtasıyla gerekse sözle bu olayı herkese duyuracağım. Tüketici haklarını, müşteri hizmetlerinin gerçek anlamını onlar öğrenene dek de bu işin peşini bırakmayacağım. Internette gördüğüm kadarıyla tek mağdur ben de değilmişim Ve artık HP’den bir şey de istemiyorum, zaten yeni Toshiba’mı aldım, çok mutluyum ve eski HP bilgisayarımı da memlekete dönünce normal bir bilgisayarcıya tamir ettirmeye çalışacağım. Düzelirse düzelir, düzelmezse atarım gider.

Bu hareketleri nedeniyle HP’yi kınıyorum ve bundan sonra HP kullanmaya da, tavsiye etmeye de sonsuz kadar tövbe ediyorum ! Ve aşağıdaki linklerde de görebileceğiniz gibi Hp Mağdurları için site bile açıldığını ve yalnız olmadığımı, hatta benim yaşadıklarımın aşağıda yaşananların yanında neredeyse bir hiç olduğunu görüyorum :

http://pavilionmagdurlari.blogspot.com/

http://www.cisday.org/2006/10/16/hp-hakkinda-birseyler/

http://www.harmankaya.org/yazi-97-HP-Ile-Sonunda-Mahkemelik-Olacagim.html

http://kimliksiz.org/kimliksizsiniz/index.php?view=article&catid=40%3Aguendem&id=149%3Ahp-madurlar&option=com_content&Itemid=53

http://forum.donanimhaber.com/m_18707810/tm.htm