13 Mart 2009 Cuma
1 Şubat 2009 Pazar
Duyuru
Sevgili Ablalarım,
Uzun süredir pek ortalıklarda değilim. Bir taraftan "iş " sıkıntıları bir taraftan yeni proje derken iyice kendimi dağıttım :)
Şu an Zehirliorumcek.net adresindeki blogumun yayınını durdurdum. Çünkü yeni projem olan http://www.medyaalternatif.com/ adresindeki "Alternatif Haber Blogu" projesine başladım. Şu an için; Türkiye ve Dünya gündemindeki olayları "analiz" şeklinde yorumlayarak, gelişmelere alternatif bir bakış açısı ile izliyoruz. Genel içeriği haber, internet-teknoloji, medya-reklam, blog dünyası ve kurumlardan haberler olan blogum henüz kısa bir süredir yayında. Hem blog dünyasından hem de Ablalarımdan bazı isimlere "Köşe Yazarlığı" teklifinde bulundum. Sonra buradan tüm ablalarıma çağrıda bulunmak istedim. Sizlere şöyle bir davetim var;
Kendi ilgi alanlarınızla ilgili olarak; Sinema, spor, moda, magazin, iletişim, güncel olaylar, haber yorum v.b gibi konularda, günlük-haftalık köşe yazısı yazabilirsiniz. Alaaddinin Sinirli Ablaları projemizin profosyonelliğe doğru gidiş aşamasında hepinizi http://www.medyaalternatif.com/ adresine bekliyorum. Daveti kabul edip http://www.medyaalternatif.com/ adresinde köşe yazısı yazmak isteyen ablalarım bilgi (@) medyaalternatif.com adresine yazılarını gönderebilirler. Ayrıca köşe yazarlığı bölümüne koyulacak bir de resim gerekiyor.
Dediğim gibi, bu aralar kendimi çok dağıttım. İki tanede kitap yazmaya başladım. Umarım işlerimizde muaffak oluruz. Sevgi ve saygılarımla
Alaaddin - Zehirli Örümcek - Onur ALMIŞLAR
Uzun süredir pek ortalıklarda değilim. Bir taraftan "iş " sıkıntıları bir taraftan yeni proje derken iyice kendimi dağıttım :)
Şu an Zehirliorumcek.net adresindeki blogumun yayınını durdurdum. Çünkü yeni projem olan http://www.medyaalternatif.com/ adresindeki "Alternatif Haber Blogu" projesine başladım. Şu an için; Türkiye ve Dünya gündemindeki olayları "analiz" şeklinde yorumlayarak, gelişmelere alternatif bir bakış açısı ile izliyoruz. Genel içeriği haber, internet-teknoloji, medya-reklam, blog dünyası ve kurumlardan haberler olan blogum henüz kısa bir süredir yayında. Hem blog dünyasından hem de Ablalarımdan bazı isimlere "Köşe Yazarlığı" teklifinde bulundum. Sonra buradan tüm ablalarıma çağrıda bulunmak istedim. Sizlere şöyle bir davetim var;
Kendi ilgi alanlarınızla ilgili olarak; Sinema, spor, moda, magazin, iletişim, güncel olaylar, haber yorum v.b gibi konularda, günlük-haftalık köşe yazısı yazabilirsiniz. Alaaddinin Sinirli Ablaları projemizin profosyonelliğe doğru gidiş aşamasında hepinizi http://www.medyaalternatif.com/ adresine bekliyorum. Daveti kabul edip http://www.medyaalternatif.com/ adresinde köşe yazısı yazmak isteyen ablalarım bilgi (@) medyaalternatif.com adresine yazılarını gönderebilirler. Ayrıca köşe yazarlığı bölümüne koyulacak bir de resim gerekiyor.
Dediğim gibi, bu aralar kendimi çok dağıttım. İki tanede kitap yazmaya başladım. Umarım işlerimizde muaffak oluruz. Sevgi ve saygılarımla
Alaaddin - Zehirli Örümcek - Onur ALMIŞLAR
9 Ocak 2009 Cuma
HADİ YÜREĞİM SIRA SENDE
Öyle çok bölünüyor ki yüreğim her biri başka bir yaşamın gözleri. Başka başka yaşamların sözleri. Bakamadan kör edilen. Lal bilinen hiç duyulmadan, dinlenmeden...Şimdi uzatıp da versem sana artık görmeyen bu gözleri bakabilir misin kendi yüzüne. Yüzün olup da konuşabilir misin hiç duyulmamış sözlerle...Yeniden yaşayabilir misin.Yaşatabilir misin eski günleri...
Öyle çok kana bulanıyor ki ellerim su yerine kan akıyor artık musluklardan. Acı boşalıyor, gözyaşı yağıyor. Yıkadıkça daha da çoğalıyor. Daha da ölüm kokuyor. Oysa benim ellerim küçücüktü eskiden bilir misin. Bembeyaz, yağmur kokuluydu. Ama şimdi ölüm doldu. Uzatsam sana şimdi bu ölümden ağırlaşmış elleri, benim yerime taşıyabilir misin. Üşümüş parmaklarımı ısıtabilir misin. Silebilir misin ellerimin belleğinden ölümün rengini...
Bu nasıl bir akıl tutulması. Bu nasıl bir yürek karmaşası bilmiyorum. Burası neresi, bu nasıl bir dünya...Toz duman. Kan revan. Gözyaşı elem. Boğuluyorum. Ölüyorum yavaş yavaş. Öldürüyorsun beni içinde. Kendi kendinin katili oluyorsun farkında mısın. Tepkisiz kaldığın her günün sonrasında, yitip giden yaşamların hesabını verebiliyor musun kendine. Olabilir misin geride birbaşına kalan yüreklerin acılarının merhemi...
Hadi yüreğim uyan artık. Kalk yerinden. Şimdi susma zamanı değil. Hadi tutun sende akıp giden hayata olması gerektiği yerden. Ben de varım de. Buradayım de...Ses ver ses verenlere. Bir ol. Bütün ol. Çığlık ol. Görmeyene göz, duymayana ses, bir ulusa yürek ol. Bir ulusun yüreği ol bir ve tek atan...Yaşamı ellerinden alınanların yaşamı ol bu dünya üzerinde...Onların bu dünyadaki hayat izi ol...Artık sıra sende...
HADİ YÜREĞİM ŞİMDİ SES VERME ZAMANIDIR. YİTİP GİDEN GENCECİK YÜREKLERİN HATRINA DAHA FAZLA GECİKME!!!
Öyle çok kana bulanıyor ki ellerim su yerine kan akıyor artık musluklardan. Acı boşalıyor, gözyaşı yağıyor. Yıkadıkça daha da çoğalıyor. Daha da ölüm kokuyor. Oysa benim ellerim küçücüktü eskiden bilir misin. Bembeyaz, yağmur kokuluydu. Ama şimdi ölüm doldu. Uzatsam sana şimdi bu ölümden ağırlaşmış elleri, benim yerime taşıyabilir misin. Üşümüş parmaklarımı ısıtabilir misin. Silebilir misin ellerimin belleğinden ölümün rengini...
Bu nasıl bir akıl tutulması. Bu nasıl bir yürek karmaşası bilmiyorum. Burası neresi, bu nasıl bir dünya...Toz duman. Kan revan. Gözyaşı elem. Boğuluyorum. Ölüyorum yavaş yavaş. Öldürüyorsun beni içinde. Kendi kendinin katili oluyorsun farkında mısın. Tepkisiz kaldığın her günün sonrasında, yitip giden yaşamların hesabını verebiliyor musun kendine. Olabilir misin geride birbaşına kalan yüreklerin acılarının merhemi...
Hadi yüreğim uyan artık. Kalk yerinden. Şimdi susma zamanı değil. Hadi tutun sende akıp giden hayata olması gerektiği yerden. Ben de varım de. Buradayım de...Ses ver ses verenlere. Bir ol. Bütün ol. Çığlık ol. Görmeyene göz, duymayana ses, bir ulusa yürek ol. Bir ulusun yüreği ol bir ve tek atan...Yaşamı ellerinden alınanların yaşamı ol bu dünya üzerinde...Onların bu dünyadaki hayat izi ol...Artık sıra sende...
HADİ YÜREĞİM ŞİMDİ SES VERME ZAMANIDIR. YİTİP GİDEN GENCECİK YÜREKLERİN HATRINA DAHA FAZLA GECİKME!!!
31 Aralık 2008 Çarşamba
Mutlu Seneler
Klasik olduğu için, tüm insanlar birbirine;
"Mutlu Seneler, Mutlu yıllar, iyi yıllar" derler. Tabiki en iyi şeyleri dilemek insanlığın bir gereği! Ama dünya ve yaşam iylik üzerine inşa edilmiş bir yer değil! Onun için;
Mutluluğu yakalamaya çalıştığınız bir sene olsun,
Mücadeleyi bırakmayacağınız bir sene olsun,
Herşey kötü bile gitse asla pes etmeyeceğiniz bir sene olsun.
İnsanlar senede bir gün çok seviniyorlar, hani yeni bir yıl geliyor diye! Yeni bir yılın geldiği falan yok, aksine eskiye dair ne varsa silinip gidiyor. Aslında insan hergün kutlama yapmalı. Yataktan kalkınca, uyandığında "Hala yaşıyorum, ailemi, çocuklarımı, eşimi, sevgilimi, bilgisayarımı, havayı, suyu hala görebileceğim" diyerek şükretmeli ve sevinmeli. Yaşadığımız her an çok değerli...
Zamanın zerresini bile titizlikle harcamanız dileklerimle. Tüm ablalarımın yeni yılı kutlu olsun. Abilerimin ve blog yazarlarının, dünyadaki tüm insanların...Sevgi ve saygılarımla.
"Mutlu Seneler, Mutlu yıllar, iyi yıllar" derler. Tabiki en iyi şeyleri dilemek insanlığın bir gereği! Ama dünya ve yaşam iylik üzerine inşa edilmiş bir yer değil! Onun için;
Mutluluğu yakalamaya çalıştığınız bir sene olsun,
Mücadeleyi bırakmayacağınız bir sene olsun,
Herşey kötü bile gitse asla pes etmeyeceğiniz bir sene olsun.
İnsanlar senede bir gün çok seviniyorlar, hani yeni bir yıl geliyor diye! Yeni bir yılın geldiği falan yok, aksine eskiye dair ne varsa silinip gidiyor. Aslında insan hergün kutlama yapmalı. Yataktan kalkınca, uyandığında "Hala yaşıyorum, ailemi, çocuklarımı, eşimi, sevgilimi, bilgisayarımı, havayı, suyu hala görebileceğim" diyerek şükretmeli ve sevinmeli. Yaşadığımız her an çok değerli...
Zamanın zerresini bile titizlikle harcamanız dileklerimle. Tüm ablalarımın yeni yılı kutlu olsun. Abilerimin ve blog yazarlarının, dünyadaki tüm insanların...Sevgi ve saygılarımla.
15 Aralık 2008 Pazartesi
GÜN SONU RAPORU
“Gün sonu alıyorum” dedim. “Ne alıyorsun diye şaşkın bir sesle sordu, anlamadı tabi haklı olarak. Telefonun çalıyor, açıyorsun ve “efendim” diyorsun. Arayan kişi sana selamsız sabahsız, açıklamasız “gün sonu alıyorum” diyor birden. Aslında arayan kişi sana demiyor onu, o sırada kendisine ne yaptığını soran Meltem’e (iş arkadaşı) söylüyor. Fakat bir yandan seni arıyorken -telefonu bu kadar çabuk açacağını beklemiyor elbet- bir yandan da arkadaşına laf yetiştiriyor. Derken sen aniden açıyorsun telefonu ve karşından bir ses “gün sonu alıyorum” diyor sana. Ben olsam ben de şaşırırım tabi...
Neyse, “gün sonu alıyorum” dedim ben tekrar ona. Ve küçük bir açıklamayı hakettiğini düşünerek, küçük de bir açıklama yaptım. Yani işin en basit anlatımıyla “çeşitli bankalara ait pos makinalarından gün boyunca yaptığım bütün işlemleri ayrıntılarıyla gösteren işlem raporlarını alıyorum” dedim. Kırk yıldır tanışıyor değildik hatta yıl bile uygun bir zaman kavramı değildi tanışıklığımıza dair, ama biz kırk yıldır tanışıyormuş gibi, gerçekten günün sonunu getiren bir konuşma, gülüşme ve vedalaşma aşamalarını gerçekleştirip anlamsız başlayan ama anlamlı biten (en azından benim için) telefon konuşmamıza son noktayı koyduk. Yerimden kalktığımda en azından kırk yıldır tanıştığım çoğu insandan beni daha fazla anladığına emindim.
Elimde evraklarım muhasebenin yolunu tutmuşken bir yandan da kendi kendime konuşuyordum çoğu zaman yaptığım gibi. Kendi gün sonumu da alsam nasıl olur acaba diye düşünmeye başladım birden. Bedensel ve zihinsel faaliyetlerim için her gün “gün sonu” yapsam mesela. Duygusal, zihinsel, fiziksel raporlarımı sırasıyla akıl ve yüreğimden alsam. Sonra vicdanıma sunsam, “al işte bugünde böyle geçti bak bakalım ne var ne yok” diye. Eksik mi kalmışım çoğu zaman olduğu gibi yoksa fazlalığım var mı bir sonraki güne kalan. Ya da ucu ucuna eşitlemiş miyim bugünümü, ne karda ne zararda, ortalarda bir yerlerde yaşayıp gitmiş, tüketmiş miyim. Yarına ne bırakmışım, ne taşımışım bugünden. Yarından yana neye ümitlenmişim, heveslenmişim. Bak bakalım ne katmışım kendi ellerimle kendi yaşamıma, ve neleri atmış, azaltmışım kendimden. Hadi kendime olmadı diyelim, bir başka yaşama bir yararım dokunmuş mu acaba, kendim için olmasa bile bir başkası için iyi bir şey yapmış mıyım. Yoksa suya sabuna dokunmadan bir günü daha yırtıp atmış mıyım ömür denen bu sayfaları hızla tükenen takvimden...
Tüm bu ve benzeri soruların cevaplarından oluşan uzun bir rapor sunsa bana vicdanım. Sonra ben o raporu okuyup, üzerinde iyi kötü düşünüp, artık “dün” olan bugünden alacağımı alıp, yarına doğru devam etsem. “Gün başı” yapsam yeni bir gün için mesela. Sil baştan, yine, yeni ve yeniden başlasam....Olur mu acaba. Neden olmasın ki. Gerçi bu soruların çoğunu zaten gün içinde sormuyor muyuz kendi kendimize. Yada geceleri tekbaşınalığımızı bu cevabı çoğu zaman bilinmeyen, bilinse bile nedense tam olarak verilemeyen sorularla boğup durmuyor muyuz. Sonra da sırf bu soruların ağırlığından kurtulmak için belki de, uykunun o sıcacık kollarına sığınıp da kaçmıyor muyuz kendimizden...Belki de bu cevapları erteleyerek aslında bütün bir yaşamımızı ertelemiş olmuyor muyuz. Ve her seferinde biraz daha eksik yaşamıyor muyuz hayatı olması gerektiğinden...
Telaşla çıktım muhasebeden. Yok yok vazgeçtim ben bu işten diye söylendim kendi kendime. Ucu bucağı gözükmeyen upuzun bir raporu düşünmesi bile yormuştu beni. Yok yok böylesi daha iyi. Ben kendi kendime hallederim duygularımı, düşüncelerimi, yaptıklarımı, yapacaklarımı, kendime dair ne varsa hepsini...İşleme, rapora, işin içine rakamların girmesine ne gerek var. Hem ben oldum olası matematiği de hiç sevmem...Bırakmalı, akıp gitmeli hayat bir su gibi ellerimden. Ben avucumda kalan su damlalarının değerini, o serinliği hissedeyim yeter...
“Ne oldu ne bu suratının hali” diye sordu Meltem. Topladım pılımı pırtımı, “yok birşey” dedim, “işim bitti, çıkıyorum ben. Gün sonlarını muhasebeye teslim ettim.”
Neyse, “gün sonu alıyorum” dedim ben tekrar ona. Ve küçük bir açıklamayı hakettiğini düşünerek, küçük de bir açıklama yaptım. Yani işin en basit anlatımıyla “çeşitli bankalara ait pos makinalarından gün boyunca yaptığım bütün işlemleri ayrıntılarıyla gösteren işlem raporlarını alıyorum” dedim. Kırk yıldır tanışıyor değildik hatta yıl bile uygun bir zaman kavramı değildi tanışıklığımıza dair, ama biz kırk yıldır tanışıyormuş gibi, gerçekten günün sonunu getiren bir konuşma, gülüşme ve vedalaşma aşamalarını gerçekleştirip anlamsız başlayan ama anlamlı biten (en azından benim için) telefon konuşmamıza son noktayı koyduk. Yerimden kalktığımda en azından kırk yıldır tanıştığım çoğu insandan beni daha fazla anladığına emindim.
Elimde evraklarım muhasebenin yolunu tutmuşken bir yandan da kendi kendime konuşuyordum çoğu zaman yaptığım gibi. Kendi gün sonumu da alsam nasıl olur acaba diye düşünmeye başladım birden. Bedensel ve zihinsel faaliyetlerim için her gün “gün sonu” yapsam mesela. Duygusal, zihinsel, fiziksel raporlarımı sırasıyla akıl ve yüreğimden alsam. Sonra vicdanıma sunsam, “al işte bugünde böyle geçti bak bakalım ne var ne yok” diye. Eksik mi kalmışım çoğu zaman olduğu gibi yoksa fazlalığım var mı bir sonraki güne kalan. Ya da ucu ucuna eşitlemiş miyim bugünümü, ne karda ne zararda, ortalarda bir yerlerde yaşayıp gitmiş, tüketmiş miyim. Yarına ne bırakmışım, ne taşımışım bugünden. Yarından yana neye ümitlenmişim, heveslenmişim. Bak bakalım ne katmışım kendi ellerimle kendi yaşamıma, ve neleri atmış, azaltmışım kendimden. Hadi kendime olmadı diyelim, bir başka yaşama bir yararım dokunmuş mu acaba, kendim için olmasa bile bir başkası için iyi bir şey yapmış mıyım. Yoksa suya sabuna dokunmadan bir günü daha yırtıp atmış mıyım ömür denen bu sayfaları hızla tükenen takvimden...
Tüm bu ve benzeri soruların cevaplarından oluşan uzun bir rapor sunsa bana vicdanım. Sonra ben o raporu okuyup, üzerinde iyi kötü düşünüp, artık “dün” olan bugünden alacağımı alıp, yarına doğru devam etsem. “Gün başı” yapsam yeni bir gün için mesela. Sil baştan, yine, yeni ve yeniden başlasam....Olur mu acaba. Neden olmasın ki. Gerçi bu soruların çoğunu zaten gün içinde sormuyor muyuz kendi kendimize. Yada geceleri tekbaşınalığımızı bu cevabı çoğu zaman bilinmeyen, bilinse bile nedense tam olarak verilemeyen sorularla boğup durmuyor muyuz. Sonra da sırf bu soruların ağırlığından kurtulmak için belki de, uykunun o sıcacık kollarına sığınıp da kaçmıyor muyuz kendimizden...Belki de bu cevapları erteleyerek aslında bütün bir yaşamımızı ertelemiş olmuyor muyuz. Ve her seferinde biraz daha eksik yaşamıyor muyuz hayatı olması gerektiğinden...
Telaşla çıktım muhasebeden. Yok yok vazgeçtim ben bu işten diye söylendim kendi kendime. Ucu bucağı gözükmeyen upuzun bir raporu düşünmesi bile yormuştu beni. Yok yok böylesi daha iyi. Ben kendi kendime hallederim duygularımı, düşüncelerimi, yaptıklarımı, yapacaklarımı, kendime dair ne varsa hepsini...İşleme, rapora, işin içine rakamların girmesine ne gerek var. Hem ben oldum olası matematiği de hiç sevmem...Bırakmalı, akıp gitmeli hayat bir su gibi ellerimden. Ben avucumda kalan su damlalarının değerini, o serinliği hissedeyim yeter...
“Ne oldu ne bu suratının hali” diye sordu Meltem. Topladım pılımı pırtımı, “yok birşey” dedim, “işim bitti, çıkıyorum ben. Gün sonlarını muhasebeye teslim ettim.”
1 Aralık 2008 Pazartesi
TEK BİR CÜMLE, KOCA BİR DÜNYA
Varolan kitaplığım dışında annemin tüm söylenmelerine karşın yatağımın başında oluşturduğum küçük çaplı bir başka kitaplığın üzerinden ilk kitabı çekip alıyorum.Latife Tekin, Unutma Bahçesi...
Bu kitap ilk olarak ismiyle dikkatimi çekmişti ama rastgele açıp da okuduğum tek bir cümle sayesinde alıp okumuştum. Hani bazen tek bir söz, bakış, dokunuş yeter ya, içinde koca bir dünya saklıdır aslında, bana da tek bir cümle yetmişti işte bu kitapla aramda tarifi olmayan güçlü bir bağ kurmaya...
Ne tesadüf ki şimdi de ilk olarak sevgili voodoo girl’ün sayfasında rastladığım, sevgili Nily’in de sihirli değneğiyle dört bir yana dağıtıp yaydığını gördüğüm, bana göre gelmiş geçmiş en güzel mim olan bu oyun için yine tek bir cümle yazmam gerekiyor. İşte 56. sayfadaki içinde koca bir dünyanın saklı olduğu 5. cümle...
“Unuttuğum şeylerin üzüntüsünü pek duymam artık ama yorgunluğunu hissettiğim olur”
Unutmakla ya da benim lügatımdaki karşılığı olan ‘unutmuş gibi yapmakla’ ilgili söylenebilecek o kadar çok şey var ki...Ama ben tek bir cümlenin içine sığmış olan bu koca dünya üzerine başka bir söz söylemek istemiyorum. En azından şimdilik...
Bu mim bir oyun gibi. İsteyen herkes oynayabilir, kimseye paslanmıyor. Tek yapmanız gereken;
*Kendinize en yakın kitabı almak
*Sayfa 56’yı açmak
*5.cümleyi bulmak
*Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlamak
*En sevdiğiniz, en moda veya en entellektüel kitabı seçmeyip, en yakınınızdakini almak...
İşte kurallar bu kadar. Peki ya sizin tek cümledeki koca dünyanız hangisi...
Bu kitap ilk olarak ismiyle dikkatimi çekmişti ama rastgele açıp da okuduğum tek bir cümle sayesinde alıp okumuştum. Hani bazen tek bir söz, bakış, dokunuş yeter ya, içinde koca bir dünya saklıdır aslında, bana da tek bir cümle yetmişti işte bu kitapla aramda tarifi olmayan güçlü bir bağ kurmaya...
Ne tesadüf ki şimdi de ilk olarak sevgili voodoo girl’ün sayfasında rastladığım, sevgili Nily’in de sihirli değneğiyle dört bir yana dağıtıp yaydığını gördüğüm, bana göre gelmiş geçmiş en güzel mim olan bu oyun için yine tek bir cümle yazmam gerekiyor. İşte 56. sayfadaki içinde koca bir dünyanın saklı olduğu 5. cümle...
“Unuttuğum şeylerin üzüntüsünü pek duymam artık ama yorgunluğunu hissettiğim olur”
Unutmakla ya da benim lügatımdaki karşılığı olan ‘unutmuş gibi yapmakla’ ilgili söylenebilecek o kadar çok şey var ki...Ama ben tek bir cümlenin içine sığmış olan bu koca dünya üzerine başka bir söz söylemek istemiyorum. En azından şimdilik...
Bu mim bir oyun gibi. İsteyen herkes oynayabilir, kimseye paslanmıyor. Tek yapmanız gereken;
*Kendinize en yakın kitabı almak
*Sayfa 56’yı açmak
*5.cümleyi bulmak
*Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlamak
*En sevdiğiniz, en moda veya en entellektüel kitabı seçmeyip, en yakınınızdakini almak...
İşte kurallar bu kadar. Peki ya sizin tek cümledeki koca dünyanız hangisi...
29 Kasım 2008 Cumartesi
BURASI NERESİ?
Ne kadar çok seviyoruz hemen her konuda ahkam kesmeyi. Ne çabuk “uzman” kesiliverip, kendi “uzman” görüşümüzle iki satır yazıdan kimin nasıl bir insan olduğunu tahlil edebiliyoruz bir çırpıda. Ve bununla yetinmiyoruz, vardığımız kişilik tahlillerine göre, karşımızdaki insanlar adına nelerden anlayıp hangi konular hakkında fikir yürütebileceklerine dair kararlar verebiliyoruz. Yazacakları, yazmaları gereken konuları gösterip, onları yönlendirme hakkını görebiliyoruz kendimizde. Tüm bunları yaparkenki çıkış noktamız ise koskoca yaşamların, paylaşılmak adına bizlere sunulan, gözlerimize yansıtılan ufacık bir bölümü sadece…
Durup şöyle bir düşünmemiz gerek diye düşünüyorum aslında. Burası neresi, ve biz burada ne yapıyoruz? Öncelikle hepimizin bildiğine emin olduğum ama hatırlamamızda fayda gördüğüm “blog” kelimesinin anlamını tekrarlamak istiyorum; blog, İngilizce "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır. Blog, teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturdukları, günlüğe benzeyen web sitelerine verilen addır (Vikipedi).
İşte bu açıklamadan yola çıkarsak burada hepimiz kendi isteğimizle yer alıyoruz, kendi yaşamımızdan kesitleri kendi dilimizle yazıya döküp paylaşıyoruz, bilgi ve gözlemlerimizi ortaya koyup, önerilerimizi sunuyoruz, yani bir nevi günlük tutuyoruz ki blogun oluşma amacı da bu değil midir zaten? Adı günlük olsa bile, biz burada sadece “gün”ümüzü değil, “dün”ümüzü, “yarın”ımızı da yazıyoruz. Sadece olan biteni değil, dilimizin döndüğünce, kalemimizin yettiğince olacak biteceği de anlatıyoruz. Zaman ve mekan kavramı olmaksızın kurulan hayallere bir ucundan ortak olup, kuracağımız hayallere hazırlıyoruz kendimizi. Hepimiz, genelde bilgimiz, becerimiz olduğu konu veya konularda sunarken düşüncelerimizi, yeri geldiğinde de bize çok uzak görünebilen bir konuda bile söyleyecek bir çift sözümüz olduğundan, yazılacak iki satır hakkımızı kullanıyoruz doğal olarak.
Bizler burada yaşadığımız “an”ları, “anı”ları anlatırken, duygu ve düşüncelerimizi dile getirirken yaşamımızın tamamını sermiyoruz gözler önüne. İşte sanırım yanılgıya düştüğümüz noktada burası. Biz sadece yaşamımızdan bir kesiti yansıtıyoruz bu satırlara, yaşamımızdan kendi şeçtiğimiz bir bölümü, kendi dilimizle, kendi kalemimizle anlatıyoruz. Bir yap-boz oyununun tek bir parçası ortaya koyduğumuz, resmin tamamı ise sadece bizde. Peki o halde, yazılan tek bir paragrafla, anlatılan tek bir öyküyle birbirimize şekil vermek, birbirimizi kalıplara sokup kişiliklerimize tanım bulmak niye? Tek bir parçadan yola çıkıp, diğer parçaların nerede ve nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrimiz dahi yokken kendi kendimize koskoca bir resmi oluşturmak ve işte budur demek ne kadar doğru? Görünen sadece buzdağının üst kısmıyken ve asıl derin asıl gerçek olan kısım hala suyun altındayken hem de…
Her yaşamın bir öyküsü vardır ve her öykünün de bir kahramanı. Bu yaşamın bir yerinden tutunuyorsak eğer, bir coğrafyada yaşıyorsak, nefes alıyor ve görüyorsak gökyüzünü, hepimiz birer kahramanızdır kendi öykülerimizde. Ve yaşadığımız, gördüğümüz müddetçe hepimizin her konuda söyleyeceği iyi veya kötü bir çift laf, karalayacağı bir iki satır, dile dökeceği bir öykü mutlaka vardır kendine göre. Matematik yarışmalarında elde ettiğimiz birinciliklerin “sözel” kavramına yenik düştüğü, ilçe gazetelerinde yayınlanan şiirlerimizin “sayısal” arenada yer bulmadığı lise sıralarında değiliz ki artık, sözelci olduğumuz için matematikten anlamadığımız, sayısalcı olduğumuzda da iki çift lafı bir araya getiremediğimiz tanımlamalarına maruz kalalım.
Burası sözlerin, dillerin, akıl ve yüreklerin yarıştığı, yarıştırıldığı er meydanı değil. Ne blog sayımızın fazlalığı önemli burada ne de hangi konuda, hangi başlık altında neyi ne kadar yazdığımız? Olumlu-olumsuz her türlü eleştiriye ve yoruma tabi ki varız, olmalıyız da ama sınırlamaların, gereksiz tanımlamaların, kişisel tahlillerin, ahkam kesmelerin, gereksiz hırsın burada işi yok bence, olmamalı. Bu bir sınav değil arkadaşlar, bu işin sonunda not almayacağız, sınıfı geçmek yok, terfi etmek, maaşımıza zam gelmesi, yeni bir aşk, yaşam kalitemizin değişmesi söz konusu değil. Biz burada sadece okuyoruz, yazıyoruz ve yaşıyoruz. Gözümüzün gördüğü, dilimizin döndüğü, elimizin yettiği kadar…
İşte en çok böyle zamanlarda çocuk olmayı özlüyorum. O sınırsız, tanımsız, kalıpsız, sadece oyunlar oynadığımız, her türlü hatamızın çocukluğumuza sayıldığı yargısız, masumane ve telaşsız günlerimizi…Her şeyi ve herkesi olduğu gibi görüp kabul edebilen gerçek ama çocuk aklımızı, kocaman çocuk yüreğimizi, karşılıksız bağlılığımızı ve sevgimizi…Büyüdük, ve birçok şeyi geride çocukluğumuzda bıraktık artık. Yaşamın ağırlığı yeteri kadar acıtmıyor mu zaten canımızı o zaman bırakın hiç olmazsa burada, bu sayfalar bir yanımız çocuk kalsın…
NOT: Bu yazı şahsi değil tamamen hissidir. Son dönemlerde yayınlanan blog ve yorumlarda sezdiklerime yönelik yazılmıştır.
Durup şöyle bir düşünmemiz gerek diye düşünüyorum aslında. Burası neresi, ve biz burada ne yapıyoruz? Öncelikle hepimizin bildiğine emin olduğum ama hatırlamamızda fayda gördüğüm “blog” kelimesinin anlamını tekrarlamak istiyorum; blog, İngilizce "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır. Blog, teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturdukları, günlüğe benzeyen web sitelerine verilen addır (Vikipedi).
İşte bu açıklamadan yola çıkarsak burada hepimiz kendi isteğimizle yer alıyoruz, kendi yaşamımızdan kesitleri kendi dilimizle yazıya döküp paylaşıyoruz, bilgi ve gözlemlerimizi ortaya koyup, önerilerimizi sunuyoruz, yani bir nevi günlük tutuyoruz ki blogun oluşma amacı da bu değil midir zaten? Adı günlük olsa bile, biz burada sadece “gün”ümüzü değil, “dün”ümüzü, “yarın”ımızı da yazıyoruz. Sadece olan biteni değil, dilimizin döndüğünce, kalemimizin yettiğince olacak biteceği de anlatıyoruz. Zaman ve mekan kavramı olmaksızın kurulan hayallere bir ucundan ortak olup, kuracağımız hayallere hazırlıyoruz kendimizi. Hepimiz, genelde bilgimiz, becerimiz olduğu konu veya konularda sunarken düşüncelerimizi, yeri geldiğinde de bize çok uzak görünebilen bir konuda bile söyleyecek bir çift sözümüz olduğundan, yazılacak iki satır hakkımızı kullanıyoruz doğal olarak.
Bizler burada yaşadığımız “an”ları, “anı”ları anlatırken, duygu ve düşüncelerimizi dile getirirken yaşamımızın tamamını sermiyoruz gözler önüne. İşte sanırım yanılgıya düştüğümüz noktada burası. Biz sadece yaşamımızdan bir kesiti yansıtıyoruz bu satırlara, yaşamımızdan kendi şeçtiğimiz bir bölümü, kendi dilimizle, kendi kalemimizle anlatıyoruz. Bir yap-boz oyununun tek bir parçası ortaya koyduğumuz, resmin tamamı ise sadece bizde. Peki o halde, yazılan tek bir paragrafla, anlatılan tek bir öyküyle birbirimize şekil vermek, birbirimizi kalıplara sokup kişiliklerimize tanım bulmak niye? Tek bir parçadan yola çıkıp, diğer parçaların nerede ve nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrimiz dahi yokken kendi kendimize koskoca bir resmi oluşturmak ve işte budur demek ne kadar doğru? Görünen sadece buzdağının üst kısmıyken ve asıl derin asıl gerçek olan kısım hala suyun altındayken hem de…
Her yaşamın bir öyküsü vardır ve her öykünün de bir kahramanı. Bu yaşamın bir yerinden tutunuyorsak eğer, bir coğrafyada yaşıyorsak, nefes alıyor ve görüyorsak gökyüzünü, hepimiz birer kahramanızdır kendi öykülerimizde. Ve yaşadığımız, gördüğümüz müddetçe hepimizin her konuda söyleyeceği iyi veya kötü bir çift laf, karalayacağı bir iki satır, dile dökeceği bir öykü mutlaka vardır kendine göre. Matematik yarışmalarında elde ettiğimiz birinciliklerin “sözel” kavramına yenik düştüğü, ilçe gazetelerinde yayınlanan şiirlerimizin “sayısal” arenada yer bulmadığı lise sıralarında değiliz ki artık, sözelci olduğumuz için matematikten anlamadığımız, sayısalcı olduğumuzda da iki çift lafı bir araya getiremediğimiz tanımlamalarına maruz kalalım.
Burası sözlerin, dillerin, akıl ve yüreklerin yarıştığı, yarıştırıldığı er meydanı değil. Ne blog sayımızın fazlalığı önemli burada ne de hangi konuda, hangi başlık altında neyi ne kadar yazdığımız? Olumlu-olumsuz her türlü eleştiriye ve yoruma tabi ki varız, olmalıyız da ama sınırlamaların, gereksiz tanımlamaların, kişisel tahlillerin, ahkam kesmelerin, gereksiz hırsın burada işi yok bence, olmamalı. Bu bir sınav değil arkadaşlar, bu işin sonunda not almayacağız, sınıfı geçmek yok, terfi etmek, maaşımıza zam gelmesi, yeni bir aşk, yaşam kalitemizin değişmesi söz konusu değil. Biz burada sadece okuyoruz, yazıyoruz ve yaşıyoruz. Gözümüzün gördüğü, dilimizin döndüğü, elimizin yettiği kadar…
İşte en çok böyle zamanlarda çocuk olmayı özlüyorum. O sınırsız, tanımsız, kalıpsız, sadece oyunlar oynadığımız, her türlü hatamızın çocukluğumuza sayıldığı yargısız, masumane ve telaşsız günlerimizi…Her şeyi ve herkesi olduğu gibi görüp kabul edebilen gerçek ama çocuk aklımızı, kocaman çocuk yüreğimizi, karşılıksız bağlılığımızı ve sevgimizi…Büyüdük, ve birçok şeyi geride çocukluğumuzda bıraktık artık. Yaşamın ağırlığı yeteri kadar acıtmıyor mu zaten canımızı o zaman bırakın hiç olmazsa burada, bu sayfalar bir yanımız çocuk kalsın…
NOT: Bu yazı şahsi değil tamamen hissidir. Son dönemlerde yayınlanan blog ve yorumlarda sezdiklerime yönelik yazılmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)